Sıkıntı

Rahatını bozduk zavallı bir taşın/ Eşyanın uykusundan uyandırdık/ Varlığın çarkına takıldı hiç yere! (Ahmet Hamdi Tanpınar/İnsanlar Arasında)

İlk taşı atan her şeyi başlatmış olmasın! Ya da insan, ilk taşı attığında kendi huzurunu kaçırmış olmasın. Belki de yükselişimiz bu şekilde olacaktır?

Hz. Âdem ile Havva (as) ilk dünyaya indiğinde başladı sıkıntımız. Meâricü’n-Nübüvve’de geçtiği üzere, Cennet’ten çıktıktan sonra iki yüz yıl ağlaştılar. Hiç kavuşmadılar. Kırk sene yemediler, içmediler. Üç yüz yıl gökyüzüne bakmadılar. Cennet’te iken oranın lâtif havasına alıştıkları için dünyanın havasından şekilleri değişti. Şeytan, evlâdına ve mallarına ortak oldu. Dünya zindanında kaldılar ve soğuğa, sıcağa, hastalıklara ve rahatsızlıklara müptela oldular.

Sonra da âdemoğlu, rızkını kazanabilmek için çalışmaya ve çeşitli zahmet ve meşakkatlere katlanmaya mecbur oldu.

Şimdiki âdem aynı âdemdir. Cennet’in kapıları tekrar âdemoğluna açılana kadar bitmeyecek bir sıkıntı. “Cennet’inden uzaklık”tan kurtaracak bir ilacı Lokman Hekim’de bulamayacaktır.

Sadi-i Şirazi insanı şöyle tarif ediyor: “Yek katre-i hûnest/ Sâd hezârân endişe”.

Yani, bir damla kan ve binbir endişe.

Âdem Dede ise: “Âdem mi var ki âleme hürrem (neşeli) gelir gider” diyor.

Hz. Âdem, ilk taşı yerine koydu. Kâbe’yi inşa etti. Bu aynı zamanda bütün “sıkıntı”ları sona erdirecek bir nurânî sütunun (amud-u nurânî) yerini işaretlemekti. Bu büyük bir mirastı. İnsanın tekrar yükselişi de böylece başlayacaktı.

Bediüzzaman, insandaki ihtiyaç ile sıkıntı arasında; terakkî veya sefahet bağlantılı bir ilişkiyi ortaya koyuyor. İhtiyaçlar, yollar, işler insanı yükseltiyor. Diğer tarafta, haddinden geçmiş istekler, duygular, zevk ve hazlar sıkıntıyla beraber ahlâkı bozduğu gibi ümitsizlik ve kötü düşüncelerin de kaynağı olabiliyor.

“İhtiyaçtır terakkînin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek sefahetin menbaı sıkıntı olmuş. Sıkıntı ise madeni: Yeisle sû’-i zandır” (Sözler)

Andre Gide, benzer şekilde, “İsteklerimiz ve can sıkıntımız arasında endişemiz büyüyor. Ey istek, beni hiç rahat bırakmayacak mısın?” diye dert yanıyordu. “Acılarımı nasıl dindireceğimi biliyorum, maalesef zevklerimi nasıl tatmin edeceğimi bilmiyorum” derken de muhtemelen yeni çağın hastalığına atıf yapıyordu.

Sıkıntı, maddenin boşluk, durgunluk, geçiş durumu olarak tarif edilebilir. İnsanın da… Bu durumda sıkıntı, zaman ve mekân problemi olarak görülebilir. Hayat sıralı ikililere ihtiyaç duyar. Bediüzzaman buna “nazm-ı maani” der. Bunun, hayatın anlamlarını döşemek olan ömür denilen süreye (Bediüzzaman’ın deyişiyle ‘ömür sermayesi’) sığdırabilmesi, insanın tarih, bilim ve sanat ile gerçekleştirme durumunda olduğu bir “gaye-i hayâl” etrafında döner. Bu olmazsa ne olur? Bediüzzaman’a göre: “Gaye-i hayâl olmazsa veyahut nisyan veya tenasi edilse; ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” (Mektubat)

Sıkıntı şüphe de doğurabilir. İnançlar sorgulanmaya açıktır. Her sonuçsuz sorgulama sıkıntıyı artırır. Başka bir sorgulama başlar. İki sonuç çıkabilir: Birincisi, imanı artırır; Tolstoy bu fikirde, “şüphe edemeseydim inanamazdım” diyor. İkinci yol ise, inancı mitolojik bir dönüşüme uğratır; Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Hayâl, gul gibi sâmi’e hayretten başka bir faide vermez” (Muhakemat) hâle gelir; hayâlperestler!

Sıkıntıyı boşluk anları olarak tanımlamak gerekirse, yeni soru; bu anlarda ortaya çıkan evren nedir ve aslında neler olur? Maddenin hareket biçimini kestirebilmek gereğinde, belirsiz olan söz konusu alanda işlerliği olabilecek kuantum davranışı saptamak için bir yöntem, New Journal of Physics dergisinde yayımlanan bir makalede geçtiğine göre: Deneysel veriye sıkıştırma yazılımı uygulandığında, sistemin klasik çerçeveden kuantum fiziği çerçevesine geçtiği sınırın ortaya serildiğini gösteren ekip, tekniğin, iki parçacık arasındaki kuantum dolaşıklığı da algılayabildiğini buluyor. Bu şu demek: Kuantum dolaşıklık durumundaki parçacıkların davranışı, birbirlerine ilettikleri sinyallerle ya da önceden belirlenmiş özelliklerle açıklanamayacak biçimde bağlantılıdır. Kesinliği azaltılan varsayım şu: Bir deneyde ölçülen parçacıklar bağımsız ve özdeş dağılımlıdır (independent and identically distributed).

Deneyler tipik olarak dolaşık parçacık çiftleri üzerinde, örneğin bir çift foton üzerinde gerçekleştirilir. Işık parçacıklarından biri ölçüldüğünde, rastgele gibi görünen sonuçlar elde edilir. Mesela fotonun kutuplanmasının (polarizasyon) aşağı veya yukarı yönlü olma şansı yarı yarıya olabilir. Dolaşıklığın işin içine girdiği, diğer parçacığın ölçümüyle kendini gösterir: Uyumlu bir sonuç elde edilir. Bell teoremi olarak bilinen bir matematiksel bağıntı, böylece, kuantum fiziğinin klasik fizikten daha büyük olasılıkla uyumlu sonuçlara izin verdiğini gösterir.

Şüphesiz, bunun insan davranışlarını açıklamak için de psikolojik karşılıkları düşünülmektedir. Araştırmalar, boşluğu dolduran sıkıntının sağlığı olumsuz etkileyen, hatta ömrü kısaltan tehlikeli ve rahatsız edici bir durum olabileceğini gösteriyor. Fakat Sandi Mann’ın çalışmaları, can sıkıntısının insanın üretkenliğini tetikleyen olumlu bir etkisinin olduğuna da dikkat çekiyor. John Eastwood ise can sıkıntısından muzdarip olanları iki gruba ayırıyor: Birinci grupta aceleci bir yapıya sahip ve yeni deneyimler peşinde olan insanlar var. Olağan bir yaşam bu insanların dikkatlerini sürekli canlı tutmaları için yeterli değil. İkinci grupta ise sorun tam tersi. Dış dünya onlar için ürkütücüdür; kendilerini rahat hissettikleri alanın dışına çıkmak istemezler. Ancak bu aşırı güvenli durum onları her zaman tatmin etmez ve kronik can sıkıntısı başlar.

Heather Lench, can sıkıntısının insanın en önemli özelliklerinden biri olan merak duygusunun ortaya çıkmasında etkili olduğuna, insanları yeni şeyler denemeye ittiğine inanıyor. Sandi Mann de “Çocuklarımın üretkenliklerinin gelişmesi için canlarının sıkılmasına izin veriyorum” diyor. Eastwood ise can sıkıntısından çabuk kurtulma konusunda, “Aslında ille de bir çare bulmak için uğraşmamalı, bu duygunun bize ne anlatmak istediğini anlamak için dinlemeliyiz” diyor. Bu hâlde, ânı kurtarmak yerine daha uzun vadeli sorunlara kafa yormak daha akıllıca olacaktır.

Örneğin, insana hayatın daha büyük anlamları olduğunu hissetmelerini sağlayacak şekilde yaklaşıldığında daha az sıkıldıkları görülmüştür. (BBC Future’den iktibasla).

Mad Men’in Don Draper’i de can sıkıntısına bir çözüm bulmuştu: “Bir şeyin üzerinde çok uzun düşün, sonra bırak. Çözüm başka bir zaman kendiliğinden gelecektir.”

Diğer yandan, can sıkıntısını İngilizce’de ifade eden ‘boredom’ kelimesinin 1852’de Charles Dickens’in kitabıyla dile girdiği söyleniyor. Dickens, Kasvetli Ev romanında Leydi Deadlock’u tanımlarken “Evliliği, onu sıkıntıdan öldürecek hâle getirmişti” ifadesini kullanıyor.

Bediüzzaman ise durumu şöyle görüyor:

“Bugünlerde herkes sıkıntıdan şekvâ ediyor. Âdeta mânevî havanın bozukluğundan, maddî ve umumî bir sıkıntı hastalığını vermiş. Hattâ bana da birgün sirayet etti. Bizim her derdimize ilâç olan Risale-i Nur’la meşgul olanlarda, o sıkıntı hastalığı ya yok veya pek azdır.” (Kastamonu Lahikası)

Sıkıntıdan kurtulmanın bir yolu öze dönüş (sıla-i rahim). Nuri Bilge Ceylan’ın Mayıs Sıkıntısı filmi bu çözüme estetik bir atıf yapıyor. Tabiat, memleket, aile, inançlar dönüş menzilleri olabilir. Kimilerine göre buna huzur deniyor.

Bediüzzaman ise, “huzur-u daimi” tabirini, ‘sürekli Allah’ın huzurunda olmakla elde edilecek bir disiplinle birlikte rahatlık duygusu’nu ifade etmek için kullanıyor. Diğer sıkıntılar için ise terakkiye kapı açacağı fikrini destekliyor:

“Eğer sair teellümat-ı ruhaniye ise; sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünki emn ve ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ve reca muvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri, celâl ve cemâl tecellîsinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatça medar-ı terakkî bir düstur-u meşhurdur.” (Kastamonu Lahikası)

Peygamber Efendimiz’in (asm) yaşadığı sıkıntılı dönemler… Ardından inşirah ve müjdelerin bir anda tecellî etmeye başlaması; Kur’ân hem bunu hatırlatıyor hem de uyarıyor:

“(Ey Muhammed!) Senin göğsünü açıp genişletmedik mi?/ Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı?/ Senin şânını yükseltmedik mi?  Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır./ Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır./ Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul./ Ancak Rabbine yönel ve yalvar.” (İnşirah Sûresi)

Kur’ân, âyetleriyle, kuantum çerçevesi ile klasik fizik çerçevesi arasındaki ilişkiyi mucizevî bir dille apaçık ortaya saçıyor. Anlıyoruz ki; kaos yok, bitmeyen sıralı tecellîler gösteri yapıyorlar. Perdeler, kapaklar, setler, engeller, karışıklıklar ve belirsizlikler bir “dest-i kudret”le o an ve uzayda kaldırılıveriyor. Her şey “kararını” buluyor. Bizden istenen de, bir işi bitirince diğerine koyulmak, boşluk bırakmamak. Binler hamd!

Çünkü, bazen sıkıntıdan kurtuluş da bir yeni sıkıntı doğurabilir. Kur’ân bize bunu da hatırlatıyor: “İnsana bir sıkıntı dokundu mu, gerek yan üstü yatarken, gerek otururken, gerekse ayakta iken bize dua eder. Ama biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı, sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider.” (Yunus Sûresi: 12)

İnsan bilmelidir ki, her sıkıntı, ardında bir açıklık oluşturarak ilerler. Boşluk yerine, sükût ve şükür eklemek gerekir. Bu şekilde zihnin çarkları yeni bir devirle daha güçlü işleyecektir.

Nihayet ölüm sıkıntısı…

Bediüzzaman’a göre, kabir hayatı “bir bekleme salonu”dur. Buradaki insanın durumu bir “ölüm sıkıntısı” olarak tanımlanabilir. Burada da iki bakış ve görüş ayrılır:

“Ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nuranîlerin vücudlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları suretinde sana göründüğü için o âleme gitmeğe tevahhuş, tedehhüş değil; belki bilakis temayül ve iştiyak hissini verir; hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşahir-i insaniyeye muhabbeti nev’inden olsa; o kâmil insanların fenâ ve zevallerini ve mazi denilen mezar-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yani ‘Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceğim’ diye düşünür; mezaristana endişeli bir nazarla bakar. ‘Ah!’ çeker. Evvelki nazarda ise: Cisim libasını mazide bırakıp, kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde kemâl-i rahatla ikametlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârane bakar.” (Sözler)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*