Açlık

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuşlardır ki:

“Yüce Allah (cc), Musa b. İmrân’a (as) Tevrat’ta vahyetmiştir ki: Ana hatalar üç tanedir: Kibir, hased, hırs. Bunlardan altı hata daha meydana gelir. Böylece toplam dokuz olurlar: Tokluk, uyku, rahatlık, mal sevgisi, övülme ve takdir edilme sevgisi, baş olma sevdası.”1

İbn-i Haldun, “İnsanları alıştıkları tokluk öldürecek” dediğinde, muhtemelen her türlü yeme alışkanlığından kurtulmanın hayatî öneminden söz ediyordu. Kemâl Tahir’in Bozkır’daki Çekirdek’inde geçtiği gibi: “Yamandır açlığın laboratuvarı.”

Zihnin çarkları da muhtemelen böylece yeni bir devirle çalışabilir. “Kişi için kendi eksikliğini bilmek öyle bir olgunluktur ki, onun üstünde bir olgunluk yoktur” der İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri. Eksiklik duygusu, açlıkla bedensel ve ruhsal bir uyuma kavuşur. Çünkü: “Kafalardan önce akıllandı eller… Hepsinden önce, mide akıllanır.” İki şeye doyulmaz denmiştir; ilim ve para. Çünkü, Gide’nin dediği gibi, “Doymak için her şeyi yutmak zorunda”.

“Bir gün açlık, Peygamberi (asm) çok etkiledi. Bunun üzerine karnına taş bağladı ve şöyle dedi: Bilin ki, dünyada nice tok ve nimetler içerisinde bulunan kimseler var ki, kendilerine çok değer verdikleri hâlde, kendilerini kıymetten düşürüyorlar. Hem bilin ki, nice kimseler vardır ki, nefsine değer vermediği hâlde kendine çok değer kazandırıyor”2

Leonardo, “İnsan vücudunun evrenin işleyişinin bir analojisi olduğunu” düşünüyordu. Bununla birlikte Leonardo’nun maddesel varlığı kare, ruhsal varlığı ise daire ile sembolize ettiği ve insanoğlunun iki yönünü çizimde bu şekilde ifade ettiği sanılmaktadır. Bediüzzaman da, insanın, maddiyatta güçlendikçe mâneviyatta gabîleşeceğini (güdükleşeceğini) söylüyor. O hâlde evren gibi, beden ve ruh terazinin iki kefesinde yer alıyor. Dengeyi ise yine ikisinin işbirliği kurabiliyor. İnsan ruhu öz, bedeni eklenmiş olduğundan, ruhun bedene hükmetmesi insanı aslına yaklaştırırken, beslenerek varlığını gösterebilen maddî vücud (beden) beslenirken kirlenmeyi de kaçınılmaz olarak getiriyor. Bunun için beslendikçe güç kazanan insan varlığı diğer taraftan da hastalanıyor, ağırlaşıyor, güçten düşüyor. Dolayısıyla; insan, hastalandığında iştahı kesilir. O hâlde, acaba vücud, sindirim sistemini kapatarak hastalıkla tüm gücüyle ilgilenebilmek için işaret mi verir?

Nobel Tıp ödülü aldığı çalışmasında Yoshinori Ohsumi, otofajinin açlığa adapte olma ya da enfeksiyonlara yanıt verebilme gibi pek çok fizyolojik süreçteki temel önemini ortaya çıkarıyordu. Otofaji, yani, hücrelerin içlerinde bulunan gereksiz parçaların yok edilmesi: Çöp kutusunun temizlenmesi. Otofaji, canlıların hepsinde var. Bunun sayesinde hücreler ihtiyaç duymadıkları maddelerden ve hatta hücrelerden temizlenebiliyor. Ohsumi’ye göre, otofaji vücudu erken yaşlanmadan da koruyor. The Telegraf’ta yayınlanan süreli açlığın savunma mekanizmasını yenilediğine yönelik bir yazıya göre de, 3 günlük oruç, vücudun bağışıklık mekanizmasının yeni akyuvar oluşumunu tetikleyerek bağışıklık sistemini tamamen yeniliyor; vücudun dinçleşmesi sağlanıyor. Kalifornia Üniversitesi’nden Walter Longo’ya göre, oruç, kök hücrelere “Aktif ol!” emri vererek bunu başlatıyor. Ve de vücud bunun için gereksiz ve hasarlı parçaları yok ederek elde ettiği malzemeyle yeni sistemi kuruyor. Uzun süreli açlık, glikoz ve yağ depolarının yanı sıra beyaz kan hücrelerinin de önemli bir kısmını yok ediyor. Beyaz kan hücrelerindeki bu azalma kök hücre bazlı rejenerasyonu tetikliyor ve bu da yeni bağışıklık sistemi hücrelerinin değişimini sağlıyor. Profesör Longo’ya göre, daha fazla klinik deneylerle diğer organ ve sistemlerin de olumlu etkilendiği bulunabilecektir.

Bu bağlamda, Bediüzzaman’ın rızık algısı hem İbn-i Haldun’un uyarısını hem de modern tıp biliminin geldiği noktada otofaji ile önerilen “bir ibadetin âdet olması” tedbirini birlikte okuyabilme fırsatını veriyor. Hayat, ruhla mânevî vücudu tanımlarken; rızık ise, bedenle maddî varlıkla ilgili olduğunu belirtiyor. Buna göre:

“Hayat muhassal-ı mazbuttur, görünür; rızık gayr-i muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür. Bir nokta-i nazarda denilebilir: Açlıktan ölmek yoktur. Zira şahm ve sair surette iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek, terk-i âdetten neş’et eden maraz öldürür, rızıksızlık değil.”3

Buna karşın, modern insan çok yemekten ve fakat doyamamaktan şikâyetçi. “Neden çok yiyoruz?” modern Müslümanın da bir problemidir. Doyamamak da öyle… Halbuki Müslüman aç kalmaktan değil doymaktan korkar. Helâl gıda standardı önemli bir alandır ve neredeyse boştur. Ayrıca; din sadece haram-helâlden, farz veya vacipten ibaret standartlar getirmiyor. Bunun dışında alt sınıflandırmalar vardır; mekruh, müfsid; sünnet, mübah, müstehap gibi… Bunlar insan davranışlarını günlük refleksler içinde değerli kılıyor.

Takva, vera’; buna eskiler “edep” demişler. Şeriatın açık emri dışında da “adâb” denilen, çoğu yine sünnet-i seniyye ve gelenek kaynaklı; coğrafya ve mevcut zamanı işaret eden davranış biçimleri üretilmiştir. Medenî mü’min, bunların bileşkesinden ortaya çıkıyor. Modern bilim “vücud donanım, akıl yazılım” derken, buradaki vücud aklın sûreti olarak tanımlanıyor.

Hz. Ali’ye göre ise, aklın sûreti, yani vücûdu edeptir. Dolayısıyla vücud ve beyin fiziksel maddelerden ibaretken, akıl bu maddelerin sürekli değişen bir hâlinin ürünüdür. Ruh ise mânevî yani kuşatıcı vücuddur. Adâb, bunların insaniyet âleminde gezinen biçimine aittir.

Şöyle bir ifadenin “edeb” tarafı ise aşikârdır:

“Gece boyu namaz kılsan,
Pek az yiyip pek az içsen,
Daha lâyık olurdun şerefli makama nâil olmaya”4

Bediüzzaman’ın da benzer bir edep kuralı var: “Eskide, ekser İslâm aç değildi; tereffühe ihtiyâr vardı. Şimdi açtır; telezzüze ihtiyâr yoktur.”5

“En sefih israf” işte budur. Medeniyet hazır lezzetler peşinde olduğundan, çabuk doymak çabuk acıkmayı getiriyor. İnsanların “telezzüz”e açlıkları bitmiyor. Dünyadaki yiyecek üretimi 20 milyar insanın ihtiyacını karşılayacak miktarda, ancak açlık insanlığın en büyük dertlerinden biri. Yani sorun balık tutamamak, tutmayı bilmemek ya da öğrenmemekte değil. Sorun paylaşmamakta… Günümüz demokrasilerinin en büyük eksiği zekât müessesesini kuramamış olmaları.

“Böyle zamanda tereffühte izn-i şer’î bizi muhtar bırakmaz”6 diyor Bediüzzaman. Yani, evet helâl kazançla alınan helâl gıda birinci önceliktir; ancak yeterli değildir. Helâlde de israf edilemez. Buna tarihte güzel örnekler vardır: “Lezâiz çağırdıkça ‘Sanki yedim’ demeli. ‘Sanki yedim’ düstur eden, bir mescidi yemedi.”7 Bu “edeb”, zamanımızda bir zorunluluk hâlini almıştır.

“Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena’uma ihtiyar bir derece var idi. Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar izn-i şer’î kalmadı.”8 Yani, iş şartlar itibariyle bir “edeb” unsuru olmaktan öncelikli bir dinî hüküm olmuştur. Aynı zamanda medenî mü’min olmanın da karşılığıdır: “Sevâd-ı â’zam, hem ekseriyet-i mâsumun maişeti basittir. Tagaddî besâtetiyle onlara tâbi’ olmak bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tagaddîde tereffüh noktasında benzemek…”9

Bediüzzaman’ın günümüze akan şu ifadeleri hakikat sonrası döneminin bozguncu zihinlerine mahkûm “doymayan” teşhirci insanına ufuk açması gerekli değil mi?

“Bu âhirzaman fitnesinde, açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup, ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor…

Elcevab: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi; küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i İlâhiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm nimetinin hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle hakikî şükre sevketmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.

Ehl-i iman, ehl-i hakikat, hususan Risale-i Nur Talebelerinin vazifesi; bu musibetli açlığı, Ramazan riyazet-i diniyesinin tarzındaki açlık gibi vesile-i iltica ve nedamet ve teslimiyet yapmağa çalışmaktır. Ve zaruret bahanesiyle, dilenciliğe ve hırsızlığa ve anarşiliğe yol açmasına meydan vermemektir. Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş dahi Risale-i Nuru dinleyip, bu mecburî açlık hissiyle açlara merhamete gelip zekâtla yardımlarına koşmaktır. Ve nefsini güzel yemeklerle şımartan, serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara sevkedip sarhoş eden gençler dahi, Risale-i Nur’un irşadıyla, bu hâdiseden merdane istifade ederek, fuhşiyat ve günahlardan ellerini bir derece çektiği ve nefislerinin zevklerini ve pisliklere karşı galeyanlarını kırdığı vesilesiyle taate ve hayrata girip, o hâdiseyi kendi aleyhlerinden çıkarıp, lehlerinde istimal etmektir. Ve ehl-i ibadet ve salahat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl fark edilmeyecek bir tarza gelmiş ve şübheli mal hükmünde ve manen müşterek olan erzak-ı umumiyeden helâl olmak için mikdar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye, bu mecburî belaya bir riyazet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlâhiyeye karşı şekva ile değil, rıza ile karşılamaktır.”10

Dipnot:
1) İbnü’l Hacer
2) İbnü’l Hacer
3) Eski Said Dönemi Eserleri, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2017, s. 337
4) İbnü’l Hacer
5) Eski Said Dönemi Eserleri, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2017, s. 426
6) Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 809
7) age. s. 809
8) age. s. 809
9) age. s. 809
10) Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2018, s. 146-147

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*