O’nun izniyle geldinse, merhaba safâ geldin

Geçen ay kısmen korona günlerinden bahsetmiştik. Daha doğrusu gündemin bu meseleyle dolu olduğunu ve fikrimizin âfaka çok dağıldığını söyleyerek enfüse, “ben” kavramına dönüş yapmaya çalışmıştık. Ama mademki kadere fetva verdirdiğimiz bu musibet üzerimizden kalkmadı, bizler de bu konu hakkındaki bir-iki tefekkürümüzü yazalım.

Fark ettim ki, bu musibet öncelikle benim rahatımı bozdu. Meğer uzun zamandır çok rahatmışım ben. Ne geçmişte anne babamın çalıştığı kadar çalışmam gerekiyor, ne de onların çektiği sıkıntıları çekmem. Her şey çok rahat artık. Evde iş yapmak kolay, biliyorsunuz her şeyin makinası var. Dışarıda tarlamız, ineğimiz yok. Birkaç sene önce Fatih’ten Ümraniye’ye gitmek trafikte üç saatken şimdi metro hattıyla bir saate indi. Bir yerden bir yere varmak kolay. Mektup da yazmıyoruz artık. Anında kimi istiyorsak arıyor, haberleşiyoruz. Yurt dışına çıkmak pek çok kişi için hayâldi mesela, şimdiyse canınız kutup ışıklarını görmek istese, ona bile gidebilirsiniz. Hâsılı, fazla rahattık, ama aslında rahat olmak için yaratılmamıştık. Burası çalışma yeriydi, ücretler başka bir diyarda verilecekti. Bir uçurumdan düşer gibi hızla ilerleyen ömür treninde, elimizi oraya buraya uzatmaktan artık vazgeçmeliydik.

Ve Allah küçük bir uyarıcı gönderdi bize. Ülke ülke gezdi bu uyarıcı ve insanların kulaklarına hep aynı şeyi fısıldadı: Ölüm var… İliklerine kadar ürperdi insanlar. Kimisi korkuyla marketlere koştu, kimisi evine kapandı, bazıları da ilk defa olarak acizliği tattı. Küçük uyarıcı, bir medeniyet üstadı kesildi adeta. “Elini yıka” dedi herkese. Bazıları elleriyle birlikte kalplerinin de yıkanması gerektiğini anladı. Kadını evinden, beşeri baştan çıkarmaya çalışanlara inat küçük uyarıcı, herkese “Evinde kal” dedi.

Zavallı 2020 yılı. Az kişi saydırmadı ona, “Ne biçim yılsın sen!” diye. Sanki 2020 bir şey yaptı. Zamanın adının ne önemi var? Ha 1920, ha 2020. İnsanoğlu ancak ettiğini buluyor. Bir hadîs-i kudsîde zamana sövmek yasaklanmış hem:

Sevgili Peygamberimizin (asm) haber verdiğine göre yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İnsanoğlu ‘Vay dehrin (zamanın) bize ettiklerine!’ diyerek beni üzüyor. Sizden biriniz sakın ‘Vay dehrin bize ettiklerine!’ demesin. Çünkü dehr Ben’im. Gecesini gündüzünü ben döndürürüm, dilediğim zaman ikisini de tutarım”1

Ben ilk başta korktum bu küçük uyarıcıdan. Ya bana bulaşırsa, ben de onu sevdiklerime bulaştırırsam? Üstadın dediği gibi “Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir.”2 Yani Yaradan’dan değil de yaratılandan (halk) korkmak belaların en elemlisi. Hakikaten öyle, çünkü korona beni tanımaz ve bana merhamet etmez, ondan korkanın vay hâline! Ama onun Yaratıcı’sı ve dizginlerini elinde tutan Zât (cc), öyle merhametli ve öyle hikmetli ki, ondan korkmak, bırakın elemi, lezzet verir. Hem görüyoruz; yüz yaşındaki nene bu hastalığı atlatabiliyorken, gencecik birisi ölebiliyor. Demek öldüren korona değil. O zaman şunu fark ettim; ben elimden gelen tedbiri alırım, takdir ise merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbimin elindedir. Hem ecelim muayyendir, kimse onu ileri ya da geri alamaz. O hâlde yoktan ve hiçten elem çekmeye, hastalık gelmeden “Aman gelecek” korkusu çekmeye gerek yok. Oh, elhamdülillah. Eğer ki musibet bize isabet ederse Üstadın dediği gibi, Onun izniyle gelen musibete “Merhaba, safâ geldin” deriz:

“Sana bir musibet geldiği vakit, de: 3 اِنَّا ِللهِ وَاِنَّاۤ اِلَيْهِ رَاجِعُون

Yani, Ben Mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer O’nun izin ve rızasıyla geldinse, merhaba, safâ geldin. Çünkü, elbette bir vakit O’na döneceğiz ve O’nun huzuruna gideceğiz ve O’na müştâkız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzâd edecektir. Haydi, ey musibet, o terhis ve o âzâd etmek senin elinle olsun, razıyım.”4

ﺃﮔﺮ ﺑﻨﻢ ﺃﻣﺎﻧﺖ ﻣﺤﺎﻓﻈﻪ‌ﺳﻨﺪﻩ ﻭ ﻭﻇﻴﻔﻪ‌ﭘﺮﻭﺭﻟﮕﻤﻰ ﺗﺠﺮﺑﻪ ﺻﻮﺭﺗﻨﺪﻩ ﺳﯖﺎ ﺃﻣﺮ ﻭ ﺇﺭﺍﺩﻩ ﺍﻳﺘﻤﺶ، ﻓﻘﻂ ﺳﯖﺎ ﺗﺴﻠﻴﻢ ﺍﻭﻟﻤﻘﻠﻐﻤﻪ ﺇﺫﻥ ﻭ ﺭﺿﺎﺳﻰ ﺍﻭﻟﻤﺎﺯﺳﻪ؛ ﺑﻨﻢ ﻃﺎﻗﺘﻢ ﻳﺘﺪﻛﺠﻪ، ﺃﻣﻴﻦ ﺍﻭﻟﻤﻴﺎﻧﻪ ﻣﺎﻟﻜﻤﯔ ﺃﻣﺎﻧﺘﻨﻰ ﺗﺴﻠﻴﻢ ﺍﻳﺘﻤﻪ‌ﻡ! ﺩﻳﺮ.5

Yazımızın sonuna gelmişken bir tavsiyeyle bitirelim, geçmişte nimet olduğunu fark etmediğimiz, ama şimdi en büyük nimetler olduğunu anladığımız şeylerin şükrünü kaza etsek ya hep beraber. Çünkü yine Risale-i Nur’da geçtiği gibi:

“İ’lem Eyyühe’l-Azîz! Cenab-ı Hak seni ademden vücuda ve vücudun pek çok eşkal ve vaziyetlerinden en yükseği müslim sıfatıyla insan sûretine getirmiştir. Mebde-i hareketin ile son aldığın sûret arasında müteaddid vaziyetlerin, menzillerin ve etvâr ve ahvâlin her birisi sana ait nimetler defterine kaydedilmiştir. Bu itibarla, senin geçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi nimetler dizilmiş, tam bir gerdanlık veya nimetlerin envâına bir fihriste şeklini veriyor. Binaenaleyh geçirmiş olduğun vücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvârında, ahvâlinde: ‘Nasıl bu nimete vâsıl oldun? Ne ile müstehak oldun? Ve şükründe bulundun mu?’ diye suale çekileceksin. Çünkü, vukua gelen hâller suale tâbidir. Amma imkânda kalıp vukua gelmeyen şeyler suale tâbi değildir. Geçirmiş olduğun ahvâl, vukuattır. Gelecek ahvâlin ademdir. Vücud mes’uldür, adem ise mes’ul değildir. Öyle ise, mâzide şükrünü edâ etmediğin nimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır.”6

Dipnotlar:
1) Müslim, Elfâz fi’l-edeb, 3.
2) Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 398
3) “Hiç şüphesiz biz Allah’ın kullarıyız ve sonunda yine Ona döneceğiz.” (Bakara Sûresi: 156.)
4) Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2018, s. 214
5) age. s. 214. “Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa, benim takatim yettikçe, emin olmayana, Mâlikimin emanetini teslim etmem, der.”
6) Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 152-153

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*