Akıl

“Akıldan büyük nimet, zekâdan da ağır yük tanımıyorum.” Necip Fazıl Kısakürek

Esasat-ı Nuriye’de şöyle geçer: “Akıl, ahkâmın menşei değil, ancak onlardaki hikmetleri anlamada muhataptır.”

Akıl bir kök değil, bağdır şu hâlde. Aklın gereci olan “Beyin gökyüzünden daha geniştir” der Emily Dickinson. Bediüzzaman’a göre de akıl, hem kökü hem mahsulâtı olarak hayâlden geniştir. Öyle ki, ibadetin en yüksek tabakası aklın sınırlarında başlar. Düşünerek ibadet etmek ya da ibadet ederken sorgulamak, insana mahsus aynı zamanda tehlikeli ve riskli bir hâldir. Meleklerin tereddüdü de bu olsa gerek…

İnsanın yüklendiği “çekinilen yük”ün bir parçası da akıl olsa gerektir. Tarihin ağır yükünü insanların taşıması ve damlaları taşırması da yine aklı sebebiyle olmuştur.

“Hâlbuki Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir. Azâbı ise, akıllarını kullanmayanlara verir.” (Yunus Sûresi: 100)

Cenab-ı Hak (cc), Ankebut Sûresi’nde şöyle buyuruyor:

38: Âd ve Semûd’u da (helâk ettik); meskenlerinden size elbette belli olmaktadır. Şeytan onlara amellerini süslü gösterdi de onları yoldan çıkardı; hâlbuki (onlar, esâsen) bakıp görebilecek (akıl sâhibi) kimselerdi.

Haluk Nurbaki’nin “Aklı isyan etti” dediği Velîd Bin Muğire’nin durumu, Müddesir Sûresi’nde şöyle anlatılıyor:

18: Zira o, düşündü taşındı, ölçtü biçti.

19: Canı çıkasıca, ne biçim ölçtü biçti!

20: Sonra, canı çıkasıca tekrar (ölçtü biçti); nasıl ölçtü biçtiyse!

21-25: Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. En sonunda, kibrini yenemeyip sırt çevirdi de: “Bu (Kur’ân) dedi, olsa olsa nakledilen bir sihirdir. Bu, insan sözünden başka bir şey değil.”

Devenin kaçmaması için ayağına vurulan kösteğe “ikal” denir. “Akıl” sözü bu kelimeden türemiştir. (Hikem-i Ataiyye Şerhi) Akl denen bağ, devenin kaçmasını engellediği gibi, akıl da insanın yanlışa kaymasını engeller. Ya da tarihin bataklığına bırakır. Akıl genel itibariyle organizasyon yeteneğidir. Kant bunu “İlim organize bilgi, akıl da organize hayattır” diyerek sistemleştirmiş. Abdülmecid Nursî’nin tabiri ile “Fabrika-i dimağiye”. İnsanın organize üretim yeteneği aklı hayatın ortasına yerleştiriyor. Zihnin çarkları aklın bu yeteneği ile işliyor. Yoksa zihin kuru bir dimağdan ibaret olsa, insanın makamı da sabit olurdu. O hâlde akıl, çoklu işler yapabilme gerecidir. “Sustuğunda düşünen, konuştuğunda zikreden ve baktığında ibret alan kişi akıllıdır” diyen Hz. Ali, aklın üç temel iş türü olan susmak, konuşmak ve bakmak olarak fikir, zikir ve şükrü birleştirmiştir.

Cenab Şehabeddin: “Hasûd, paradan ziyade zekânın düşmanıdır; çünkü ona hiçbir zaman mâlik olamayacağını bilir” demiştir. Ancak Dorothea Brande’nin Yazar Olmak kitabında söylediği gibi; akıl kadar kendini beğenmiş bir şey de yoktur.

Çetin Altan bir yazısında şu ayrımı yapıyordu: “Kurnazlık nedir, zekâ nedir, akıl nedir?” Ona göre: “Kurnazlık ‘doğru olmayan’ı ‘doğru’ imiş gibi göstererek, kendi çıkarı için ‘doğrunun peşinde olan aklı’ yanıltma çabalarının tümüdür… Asıl ‘gerçeği’ maskeleyip, ‘maskeyi’ gerçeğin ta kendisiymiş gibi göstermektir… Belirli bir süreç içinde kendi kendisiyle çelişkilere düşüp iflas etmeye mahkûmdur… Zekâ, geniş anlamda beynin algılama hızıdır. Halk dilinde ‘leb’ demeden ‘leblebiyi’ anlama diye tanımlanır. Ama belirli bir yöntemle bütünleşmeden, yalın ve çıplak olarak, sağlam bir sonuca ulaşamaz… Ama sonuca ulaşamamasındaki nedeni de algılar ve o boşluğu doldurma aranışına yönelir… Akıl, algılamalar toplamından, bilinmezi keşfe dönük, bir yargılamalar sistematiğine geçişin mekanizmasıdır.”

Albert Samin’e göre, “İhtiras uçar, zevk koşar, akıl ise yürür; o nedenle de her zaman geç gelmesinde şaşılacak bir şey yoktur.”

Ahmet Haşim bu nedenle: “Akıl; nar, ayva ve portakal gibi geç renk ve koku kazanan bir sonbahar ürünüdür” demiştir. Ali b. Ebi Talib, Muaviye ile olan hadiseler ile ilgili  şöyle demişti: “Muaviye Arap’ın dâhîsi değil. Ben onun bildiği hilelerin âlâsını bilirim, ama ben Allah’tan korkarım.” Aklın gereği hileyi reddetmektir. Akıl kurnaz olmaz. Temkinli davranır. Bediüzzaman’ın deyimi ile “en büyük hileyi hilesizlik bilmek”tir.

Aklı bozan bir de ideolojilerdir. İsmail Fennî, “aklın suretleri” olarak ilmî, boş ve mücerret birtakım fikirleri münakaşa etmeyi, ideoloji olarak tanımlar. Cemil Meriç’in aktardığı üzere de ideoloji, bir doktrinden çok bir yöntemdir. Meriç, sonunda, “İdeolojiler, yol gösteren birer harita değil, idraklere giydirilen deli gömlekleridir” demiştir. Zihnin çarklarını durduran, zihniyet üretimi ve paradigma empozeleri de aklın bir bozgunculuğa alet edilmesine sebep olabilir. Aklın teoriler üretmesi genişlemesini netice verirken, ideolojiler uygulamaya bağımlı kalarak teoriyi güçlendirmek bir yana zayıflatabilir. O hâlde artık mücerret uzaydaki hareket kabiliyeti onu tek başına çok yere götürebilir, ancak bastığı yer neresi olacaktır?

İnsanoğlu uzayda ilerlemek tutkusunu hiç bırakmıyor, ancak burada uçmaktan çok ineceği yeri tespit etmek daha önemli hâle geliyor olsa gerektir. Bu sebeple insanın sorusu, “Nereden geliyorum?”, “Nereye gideceğim?” ve “Burada işim ne?” arasında güçlü bağlar kurmayı ve netleşmeyi gerektiriyor.

Teoman Duralı, aklın yuvasıdır dediği dimağ için, “Düşünmemizi olabilir kılan kavramların üretildiği, ortaya çıktığı yerdir” diyor. Yine de aklın bütün spekülatif kavramlar gibi bir yeri yoktur. Onu bir yere yerleştiremiyoruz. Bediüzzaman Hazretleri, “hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden” diyerek avamda aklın farklı üretim mekânlarına işaret etmiştir. Ayrıca “fikren taakkul edebiliriz” diyerek de akletmenin fikirle yapıldığını ifade etmiştir. Ancak “Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder”1 aklın bozulma evrelerine dikkat çekiyor. Dimağ “taakkulde bîtaraf”tır. Yani hakîkate ulaşmak için dimağ bu mertebede tarafsız konumdadır. Bazen hayâlindekini hakikatle değiş tokuş eder; başka bir şekilde ölçer, biçer, dener. Bu belki de akletmenin bir aşamasıdır. O hâlde kim aklını bulmuş, kim aklını yitirmiştir?

Anatole France, “En korkutucu akıl, delininkidir” diyor. Münir Özkul, kendi özelinde şunu tespit ediyor: “Akıl hastaneleri benim dinlenme yerim. Toplumla çok güç anlaşıyorum. Benim gibi toplumla güç anlaşan insanlara ilgi duyarım. Bunun en sivri en tipik örneklerine meyhanelerde, akıl hastanelerinde ve sanat çevrelerinde rastlanır. Onun için akıl ve ruh hastanelerine karşı daima sempati duymuşumdur. Akıl hastaneleri en özgür olduğum, her şeyi objektif görebildiğim tek yerdir. Orada rahata ererim. Kafam art arda gelen birçok problemi çözebilecek yapıda değildir. Orada bütün problemleri bir sıraya koyar ve çözümlerim. Hatta bir süre ziyaretçi bile kabul etmem.”

Tıpkı Ömer Hayyam gibi. İlginçtir, Salvador Dali, deli ile akıllı arasındaki farkı şöyle açıklıyor: “Bir deliyle benim aramda tek bir fark vardır. Deli aklının yerinde olduğunu sanır. Bense deli olduğumu biliyorum.” Tarihçi Gelibolulu Âlî de şu hâldeki uyanıklığa işaret eder: “Hâb-ı gafletden meger dîvâneler bîdâr ola.” (Gaflet uykusunda olmayanlar ancak dîvâne/meczuplardır.)

Bediüzzaman, “İslâmiyet’in menşei, ilim, esası akıl”dır2 der.İnsan beyninde 100 milyar nöron var. Neredeyse bir kâinat insan içinde çalışıyor; işliyor… Aklın önderliği, buradaki “işlemek” fiilini yönetmesindedir. İslâmiyet ise, ilim ile aklın doğru çalışmasına sınırsız bir imkân haritası sunar.

Hz. Ömer (ra), Temim ed-Dârî’ye sorar:

 –Sizde riyaset nedir?

–Akıldır.

–Doğru söyledin. Zira Resulullah (asm) da böyle cevap vermişti. (İhyau Ulumi’d-Din)

Bediüzzaman, aklın ilme ait işlevi olarak “tedkik iki çeşittir” diye bir ayrım yapıyor:

“Biri gittikçe, nûrun alâ nur, tenevvür eder; diğeri gittikçe şübehatın zülumatına düşer. Meselâ, bir tatlı suyun menbaı var. O menbadan binlerce cedavil ve cetvellerden şubeler teferru ederek çok yerlerde dolaşıp bazı ecza-i âhar ile bulaşmış. İşte bir adam menbaı gördü, tattı; hakka’l-yakînle tatlılığını anlamış. Teşaubatın ittisalini derk etmiş. Sonra hangi cetvele, yahut her hangi fer’e rast gelse, edna bir emare tatlılığına dair ona kanaat verir; tâ aksi kat’î bir delille tebeyyün edinceye kadar. O vakit ‘Başka madde karışmış’ der. Bu nevi nazar ve tetkik, imanın kuvvet ve inkişafına yardım eder.

İkinci nazar: Menbadan aşağı inmeye bedel, aşağıda gezer. Bu ise hangi fer’e rastgelse, acılığına bir emare görse, şüpheye düşer, tatlılık için delil-i kat’î arzu eder. Heyhât! Her yerde bürhan ele gelmez. Böyle incecik bir fer’e cesîm bir neticeyi bindirmek ister. Gitgide şüphe, emniyetsizlik tezayüd eder. Hem de akl-ı nazar penceresiyle eşyaya bakar. Hâlbuki mahall-i iman olan kalp, hads ve ilham gibi isimlerle tâbir edilen bir hiss-i sadise-i bâtıniye ile hakaika bakar ki, enbiyada vahiy o hisse göredir. Nazar-ı aklî kendi desâtiriyle çok fakirdir ve dardır. Pek çok hakaika karşı kàsır olur. Kavrayamadığından, ‘Hakikat değil!’ der, reddeder.”3

Dipnotlar:
1) Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 310
2) İşârât-ül İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 188
3) Eski Said Dönemi Eserleri, Rumuz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 368-369

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*