Riga’da 24 saat

Merhaba herkese! “Sevilla’da 24 Saat” başlıklı yazımla alâkalı çok güzel geri dönüşler aldığım için, 24 saatte şehir turu içeriklerine devam edeyim, dedim. Tüm güzel düşünceleriniz için çokça teşekkürler. Bu seferki rotamız Baltıkların üç ülkesinden biri olan Letonya’nın başkenti Riga. Diğer Baltık ülkeleri olan Estonya ve Litvanya’ya göre birazcık daha büyük olan Letonya’nın başkenti de, bölgede sanat ve kültür faaliyetleriyle en çok anılan şehir. Biz de bu şehri yakından tanımak için Old Town, yani eski şehir merkezinden turumuza başlıyoruz.

Şehrin bu kısmı UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde ve koruma altında. Orta Çağ’dan kalma yapılar ve meydanlar sebebiyle, sanki bir film setinde geziyor gibi hissettiren sokaklar genel olarak sakin ve dingin. Çevredeki yapıların bir kısmı Orta Çağ’dan kalmış olsa da bir kısmı da 19. ve 20. yüzyıl eserleri. Yüksek katlı Komünizm döneminden kalma Sovyet binaları da var, ama bu yüksek katlı binaları Old Town’da görmüyoruz, yani tur dışı. Zaten 24 saatimiz var, yüksek katlı bina görmeye gelmedik buraya, diyerek şehrin ortasından geçmekte olan Pilsètas Kanalı ve çevresindeki parkta dolaşmayı tercih ediyoruz.

Bu kanal şimdilerde eski Riga ve yeni Riga’yı ayırsa da savaş zamanı hendek işlevi görmüş ve böylece eski şehir savunulmuş. Kanalın çevresindeki park öyle güzel, temiz ve düzenli ki. İnsanlar çimenlerde oturuyor ve hava da mis gibi, aylardan da Mayıs, bulutlar falan da şansımıza çok güzel, her çektiğimiz fotoğraf ayrı bir güzel çıkıyor. HARİKA!

Parkın içinde yürürken karşımıza tüm heybetiyle Letonya Ulusal Opera binası çıkıyor, çok gösterişli bir bina. Binanın tam karşısında da yüzü opera binasına dönük olan bir kadın, bir erkek ve bir köpek heykeli görüyoruz, bu aşırı şık çiftin ve köpeğin olayının ise şu olduğunu öğreniyoruz: Zamanında bu bey, ismi George Armitstead bu arada, Riga’yı yöneten kişiymiş. Görevde olduğu 1901 ve 1912 yılları arasında şehri âdeta bir sanat eseri gibi ince ince işlemiş.

 

Art Nouveau denilen sanat akımının etkisiyle 680 tane zarif süslerle bezeli bina dahil etmiş bu şehre, ki aynı zamanda bu kişinin kurmuş olduğu su şebekesi, bulvarlar hâlâ aktif olarak kullanılıyor. Birazdan bu Art Nouveau binaları da göreceğiz.

Opera binasının solundan yürümeye devam ettiğimizde karşımızda Özgürlük Anıtı’nı göreceğiz, bu anıt Letonya Bağımsızlık Savaşı’nda kazanılan zaferi hatırlatmak ve ölen askerleri onurlandırmak üzere buraya dikilmiş ve her saat başı askerler tarafından gösterişli bir devir teslim törenine sahne oluyor.

 

Yolun karşısına geçip, artık hem daha eski şehir merkezine doğru hem de aynı zamanda Art Nouveau’nun merkezine doğru ilerliyoruz. Binaların zarif dekorasyonlarla bezeli olduğu arnavut kaldırımlı sokaklarda kâh binalara kâh bozuk kaldırımlara bakarak yürüyoruz. Binaların Art Nouveau tarzı olup olmadığını anlamanın en iyi yolu, süslemelerde kullanılan mitolojik yaratıklar, çığlık atan kafalar, en ince detayına kadar işlenmiş insan yüzleri denilebilir. Bazı binalar açıkçası bana korkutucu geldi, gotik tarzda oluşları bu binaları biraz ürpertici yapabiliyor, ama kesin olan şu ki çok etkileyici yapılar.

Kafamızı sürekli yukarda tutmaya, ama bozuk kaldırımlarda da düşme tehlikeleri atlatmaya devam ederek Karakafalılar Evi-Melngalvju Nams’a varıyoruz. Karakafalılar Evi, Riga deyince akla gelen ilk yerlerden. Cıvıl cıvıl ve her yer ilk defa insan kaynıyor. Binanın içinde bulunduğu yer de zaten Şehir Meydanı diye anılıyor ve burada turistik geziler için düzenlenen tur otobüslerinin kalktığı bir alan var. Bu kırmızı kiremit, mavi renk ağırlıklı süslemeleri olan bina eskiden yabancı tüccarların loncasıymış. Tüccarlar da siyah saçlıysa demek ki binaya Karakafalıların Evi denmiş.

Bir başka şehir simgesi olan Kedi Evi’ne doğru yola koyuluyoruz, zaten her yer birbirine çok yakın, şıp diye çatısında koskocaman kediler olan binaya ulaşıveriyoruz. Bu ev bir tüccarınmış, hikâyeye göre diğer tüccarlarla aralarında bir anlaşmazlık olmuş ve tüccarlar loncasından kovulmuş. Kalbi kırık tüccarımız da evinin çatısına iki tane kocaman kara kedi heykeli yaptırmış ve kedileri sırtı loncaya dönük olacak şekilde monte ettirmiş. Harika bir hareket! Neyse, gel zaman git zaman, araları düzelmiş ve kedilerin yüzü de nihayetinde loncaya döndürülmüş. Tüccarın bu pasif agresif tavrı sokaklarında tek bir kediye rastlamadığım Riga’nın, kedi ile anılmasını sağlamış ilginç bir şekilde.

Hemen her köşede Baltık amberlerinden yapılmış kolyeler, bilezikler küpeler satan seyyar satıcıların olduğu Dome meydanında tüm ihtişamıyla Riga Dome Katedrali’ni görüyoruz. Bu bina tüm Baltıkların en büyük ibadethanesi. Bir de Aziz Peter Kilisesi var ve kilisenin hemen yanında Bremen Mızıkacıları heykelini görüyoruz ve Alman tüccarların hediyesi olduğunu öğreniyoruz. Bir nevi dostluk nişanı.

Bu tatlı şehirdeki gezimizi noktalamadan önce, bu şehrin bir başka önemli simgesi olan Three Brothers, yani Üç Biraderler Evleri’ni de görelim. Yan yana bulunan bu üç binanın her biri farklı yüzyılda inşa edilmiş. Aynı ailenin üyeleri tarafından 15. 16. ve 17. yüzyılda inşa edilmişler, fakat Sovyet işgali sırasında yıkılmış ve 1990’larda yeniden inşa edilmişler. Yeşil, sarı ve beyaz renkte, birbirine bitişik bu binaların ortasındaki sarı bina günümüzde Letonya Mimarlık Müzesi olarak faaliyet göstermekte.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*