Soru/cevap

“Hakikat.. Nedir hakikat? Ve hakikat olanın ne olduğunu sana bildiren nedir?”1

Ruhları topladığında Hâlık, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sordu. Hep bir ağızdan, “Evet, sen bizim Rabbimizsin” dedik. İnsan yaratıldığında, melekler bir soru sordular Rabb’e. Bu kez soru “Acaba biz yeterince ibadet edemiyor muyuz!” telâşı ile sorulmuştu. Cevap, yüce hikmeti ilan ediyordu. Şüphesiz, bilinmeyenin anahtarları yalnız Rabb’in elindeydi.

Hikmet, meleklerin öncede “bozgunculuk” olabilir, diye düşündükleri, ancak bir muazzam ispatı içerecek uzun bir süreci başlatacaktı. Melekler, doğru cevap karşısında eğildiler. Ancak şeytan direndi bu duruma, kendinden bir cevap vermeyi denedi. İnsana secde etmeleri emredildiğinde ise, yine şeytan farklı bir karşılık için kendini toparladı. Yanlış bir cevaptı/doğru cevap tekti. Ancak o cevabında inat etti. Bu kez ispat etmesi istendi. İlk söyledikleri ateş ve toprak üzerine bir şeylerdi. Yetersiz görüldü. Başka gerekçeler istendi. Bunun üzerine şeytan Rabb’den mühlet (süre ve imkân) istedi. Verildi.

Hakk’ın sorusu ve şeytanın veremediği/yanlış verdiği cevabı ile imtihan, ateşle toprağın kavgası başlamadı mı? Ruhları cesede hapseden, Âdem Peygamberi (as) gurbete gönderen, Cennet ile araya mühlet koyduran yasak meyve? Âdem’in asıl imtihanı, sorunun cevabını kesrette/çoklukta/sayılar arasındaki ilişkilerde aramak değil mi? Dünya’nın yaratılması, dönüştürülmesi, altı gün, hep soru ve cevabın ispatının dâhilinde değil midir? Şeytanla eşit şartlarda, hikmet atmosferinde yarışa girmenin bir amacı da, bu ispat toprağında, ateş altında (toprak bağlayıcı, ateş ayrıştırıcı), insana ve şeytana imkânları görmesi ve fırsat verilmesi değil mi? Özne için ‘Ben kimim?’ diye sormak, aslında Rabb’e (cc) ‘Sen kimsin?’ demek değil mi? Ayna içinde ayna olmak, yerin çekirdeğinde yakılan topraktan (magma) yıkanmış bir ateşle tekrar cam çıkarmak, sonra onda kendini görmek, özne eline verilen bir imkân ve fırsat değil mi?

Aynı sorunun cevabı için değil mi bunca gelip geçmeler! Ebubekir (ra) ile Ebu Cehil’i ayıran kor bu değil mi? İbrahim Peygamber (as) ile Firavun’un atıldıkları aynı ateş değil mi? Birini yakan, birini serinleten ve emin kılan? Hz. Muhammed’i (asm) insanlığın zirvesi yapan verdiği en doğru cevaplar değil mi? Kâinatın uğruna yaratıldığı güzellik (asm), Rabb’e Onu en güzel anlatan cevap o (asm) değil mi? İnsanların sevgilisi yapan, en doğru cevaplara en doğru açıklamaları getirebilme yeteneği değil mi? Dünyanın nefesini kesen, kıyameti getiren, bu cevabın susması olmayacak mı?

Sorular ve cevaplar üzerine kurulu varlığımız. “Bilmiyorum” ise ilk cevabımız. VIII. asır âlimlerinden Şa’bî’ye bir sual sorulduğunda “Bilmiyorum” demiş; “Sen Kûfe’nin en büyük âlimisin, bilmiyorum demek sana yakışır mı?” dediklerinde “Meleklerin en üstünleri ‘bilmiyoruz’ dediler, ben desem ne çıkar” şeklinde karşılık vermiş. Melekler dediler ki: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatan Alîm ve Hakîmsin.”2

Bediüzzaman’a göre, sorulardan cevaplara, yeniden sorulara atlamakla geçecektir hayatımız. Ancak bir uyarısı var Üstad’ın: “Şu birbirinden uzak suallerden senin hayâlin atlamakla jimnastiğe alışır. Lâkin dikkat et; bir şey ayağına dolaşıp, düşürttürüp ayağın kırılmasın.”3 Çünkü, aşırı ifadeler aşırı cevaplar doğurur. Bunlar da tekrar aşırı sorular!

Modern bilim, evrendeki en büyük değerin soru sorabilmek olduğunu düşünüyor: Kâinat, soru ve cevaptan ibarettir. “Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa” diyor şair Ahmet Telli. Buradan şu soru da çıkabilir: Hangi sorular? Sorular cevabını vermek için olabilir. Bazıları ise aramak içindir. Kimi, cevapların bilindiği soruları bulmak içindir. Kimisi bozmak için. Bazısı ileride cevabını bulmayı umut ettiğimiz sorulardır. Dolayısıyla; soru/cevaplar çok yönlü bir makinenin işletim sistemini kuracaklardır. Muzaffer İzgü bu süreci şöyle anlatıyor: “Düş kuran insan düşünüyor demektir. Düşünen insanın beyni çalışıyor demektir. Beyni çalışan soru sormaya başlar. Soru sordu mu o kişi bireydir.”

Soru sormaktır bizim işimiz… Cevaplara ulaşmanın yolu olarak soruları görmeli… İşimiz doğru soruları sorabilmektir. Cevaplar verilmez aslında; bulunur-aranır, vermek bizim işimiz değildir. Kul, doğru soruları sormanın peşine düşmüştür. Her soruya cevap bulunup soru sorulmamak dinin tamamlandığının ifadesidir. Başkalara sorulacak bir şey kalmamıştır; çünkü asıl muhatap belirlenmiştir, başkasından beklenmez. Bu bir insaniyet seviyesini gösterir. Mevcut zamanda insanlık artık her soruyu keşfedecek noktadadır. Bundan sonrası cevapların ikmalini getirir, bu da dünyanın nihayetine ulaşması, berzah âleminin tamamlanması ve ahiret âleminin başlaması ile neticelenecektir. Elbette her cevabın sonu sonsuzluk olduğu için sonsuza evrilecek ve doğruya yakınsayacaktır.

Çağımızda artık sayılar sözler kadar önemli. Bediüzzaman sözlerdeki sayıları keşfeden biri, sadece sözlerden değil kâinattan da sayılar çıkarabilen bir deha; bir şifre çözücü, ona göre her şeyde şifrelenmiş pek çok şeyler vardır. Mukattaa âyetleri de buna göre, birer soru ve berzah olarak düşünülebilir mi? Şifre? Berzah, bir anlamda özgürlüktür. Aynı zamanda cevabın da ipucudur. Yani berzah, soru ile cevap arasındaki boşluktadır. Kime açılırsa âyetteki ‘hakikat’ ona bildirilmiş olacaktır.

Özgürleşmenin ilk basamağı soru sormak/sorgulamaktır. Bu, soruların serbestliğinden kaynaklanır. İstediğin soruyu sorabilirsin. Cevapların ise, sorulan soruya bağlı olmak zorunda kalır. Sorudan bağımsız bir cevap veremezsiniz. Bu durumda cevabı doğuran sorudur denebilir. Cevap aslında sorunun içinde saklıdır ve soruyu soranın iradesine takılıdır. Sorunun özgürlüğü, bu bağlamda, cevabın özgürlüğüne sınır çizer. Cevabı kısmen özgür bırakan açık uçlu sorular dahi, aslında cevabın sınırını bir miktar da genişletip sorumluluğunu çoğaltmaya zorladığından yönlendirici olabilir.

Diğer taraftan, ‘doğru soru’ ya da ‘yanlış soru’ ayrımı cevap tarafında test edilir. Doğruluk ya da yanlışlığı belirleyecek cevaptır. Doğru sorunun cevabı yanlışsa, buradaki yanlışlık cevaba aittir. Yanlış bir soruya verilen cevap doğru ise, cevap doğru çalışmıştır ve doğru bir değere sahiptir. Cevap için özgürlüğün en geniş olduğu alan, aslında sorunun yanlış olduğu durumdadır. Burada cevabın doğru olması cevabı keskinleştirir.

Yanlış sorulmuş bir soruya doğru cevap neredeyse en doğru sonuçtur. Yanlış sorulmuş bir soruya yanlış cevap vermek de doğru kabul edilir, doğruluk değeri kazanır. Cevap için yanlış sorulmuş bir soru yüksek bir değer olmakla birlikte sorumsuzluk kapısı da açabilir. Her durumda doğru kabul edilmek, cevap için bir sorumsuzlukla beraber değersizlik de geliştirebilir. Boşluk (olumlu) ya da başıbozukluk (olumsuz) buradaki aralığa (interval) yerleşebilir. Bu da soruyu zamanla bir oyuna dönüştürebilir (mi?). (Oyun teorisi (?)/John Nash) Sorudan boşluğa düşerek cevabı özgürleştirirken bozabilen bir süreç çalışabilir (mi?). Cevap için zor bir soru…

Doğru soruya yanlış cevap ya da cevapsızlık (ki bu yanlış cevaptır) kesin bir yanlış değerdir. Onun dışında her ‘sonuç’ cevap için doğru değerdir. Neticede  ‘doğru ya da yanlış’, soruyla bağlıdır; cevap bir oyundur. Ancak görünecek olan cevaptır. Doğru sorulduğunda gerçeği gösterecek de cevaptır. Cevap için en doğru değerlik, doğru soruya doğru karşılıktır. Bu hâlde iki eşitin (soru/cevap) gerçek karşılıkları bulunabilecektir. Beklenen budur.

Gerçek özgürlük eşitlikten çıkar. İlmin hürriyeti de (muhatapların/fenlerin/ihtisasların arasındaki) soru/cevap eşitliğinde kazanılır. Talep edenin çabası da bu şekilde kanatlanacaktır. Çünkü soru ve cevap tarafları eşit ve özgür kabul eder. Fen ve din ilimlerinin füzyonunu gerçekleştirecek yöntem de soru/cevap tarzında olabilecektir. Hikmetin sorduğuna din, dinin sorduğuna hikmet cevap verecek; fen ve bilim aradaki ilişkileri kuracak ve dil karşılıklar üretebilecektir.

Bediüzzaman, soru ve cevaplara bilim ve din terkibinde büyük önem veriyordu. Bu bağlamda modern bilime atıf yaparken aynı anda geleceğe yönelik de bir projeksiyon tutuyordu. Özellikle münâzara ve müsabaka ile soru ve cevap ona göre, hayatî bir meseledir. Bediüzzaman’a göre: “…talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevap sebebiyle; şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hâli intac etmiş”4 olacaktır. Buna karşılık olarak yapılması gereken  “…müsabakayı müntic olan sual ve cevap gibi bir şevk-i kasrî ve haricî lâzımdır.”5

Soru/cevap iradenin kökünü ortaya çıkarır. Özgürlük ve eşitlikle irade farkındalığa çıkar. Sınırlarını bulur. Bu sınırlar insanlık tarihi denilen bir büyük seferin de tarihidir. Peygamber Efendimiz (asm), bunu fenn-i hikmete cevaben anlatmıştı.

Bediüzzaman, bunu şöyle hikâye etmiştir: “Vaktâ kâinat tarafından, hükûmet-i hilkat canibinden müstantık ve sâil sıfatıyla gönderilen fenn-i hikmet, istikbale teveccüh eden nev’-i beşerin talîalarına rastgelmiş; birden fenn-i hikmet şöyle bir takım sualleri îrad etmiş ki: ‘Ey insan evlâdları! Nereden geliyorsunuz? Kimin emriyle? Ne edeceksiniz? Nereye gideceksiniz? Mebdeiniz nereden? Ve müntehanız nereyedir?’ O vakit nev’-i beşerin hatib ve mürşid ve reisi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ayağa kalkarak, hükûmet-i hilkat canibinden gelen fenn-i hikmete şöyle cevab vermiştir ki: ‘Ey müstantık efendi! Biz maaşir-i mevcudat, Sultan-ı Ezel’in emriyle, kudret-i İlâhiyenin dairesinden memuriyet sıfatıyla gelmişiz. Şu hulle-i vücudu bize giydirerek ve şu sermaye-i saadet olan istidadatı veren, cemi’-i evsaf-ı kemaliye ile muttasıf ve Vâcibü’l-Vücud olan Hâkim-i Ezel’dir. Biz maaşir-i beşer dahi, şimdi saadet-i ebediyenin esbabını tedarik etmekle meşgulüz. Sonra birden ebede müteveccihen şehristan-ı ebedü’l-âbâd olan haşr-i cismanîye gideceğiz. İşte ey hikmet, halt etme ve safsata yapma!.. Gördüğün ve işittiğin gibi söyle!”6

Sonuç olarak: İstediğin soruyu sorabilirsin; istediğinden başlayabilirsin. İstediğini atlayabilir, sonra dönebilirsin. İstediğin sorunun cevabını arayabilirsin. Ancak şart, Bediüzzaman’ın dediği gibi: Halt etme (karıştırma, saçmalama) ve safsata etme! Gördüğün ve işittiğin gibi söyle!

Dipnotlar:
1) Hâkka Sûresi
2) Bakara Sûresi: 32
3) Eski Said Dönemi Eserleri, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2017, s. 203
4-5) Eski Said Dönemi Eserleri, Divan-ı Harbi Örfî, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2017, s. 142
6) Muhakemat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2020, s. 160

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*