Yaşarken öğrenirmiş insan

Her şey evinin kentsel dönüşüme girmesiyle başlamıştı. Dünyalık tarafımla düşünmeye başladım. “Eski oturduğu muhitten ayrılmasın” diyerek şartları zorladım, camii ve cemaati için. Asansörlü bir evi olacaktı, artık merdivenleri çıkarken zorlanmayacaktı. Evinin bitmesine bir yıl kala öğrenmiştik hastalığını, hemen tedaviye başladık.

Bir tarafım babamın hastalık süreci ile ilgilenirken, onun gereğini yaparken, bir tarafım da dünyadaki ihtiyaçlar için çaba harcıyordu. Evin içinde rahat etmesi için her detayı düşünmüştüm. Ayağını rahat kaldırması için lavabonun yüksekliğini bile… Fakat babacığım bir zaman sonra ayağını kaldıramaz oldu. “Neyse, olabilir, sorun değil” dedim. Rabbime sığındık, babam da biz de okumalarımızı artırdık. Bir taraftan dünya işlerini takip ediyordum. İnancımızı da hiç kaybetmedik.

Yatınca yatağı rahat olsun, bedeni dinlensin, ayakları ağrıyor, yatak-baza yüksek olmasın diye dikkat ettim. Bu süreçte babam bir tık düşüyordu, fakat ben yine vazgeçmiyordum. Hem de bir an evvel yeni evine otursun diye de uğraşıyordum.

Mânîdardır ki, bu süreci evlatlarının evinde kalarak geçiriyordu. “Bunda bir hikmet var” diye düşünürdüm hep. Meğerse Rabbim, bizimle daha fazla vakit geçirmesini istemiş. Babacığıma artık hastane yatağı gibi yatak ihtiyaç oldu, onda yatıyordu. Ben de artık bazayı çıkarıp o yatağı koyarım diye düşünüp, hayâl kuruyordum.

Duş alıp çıktığında hemen banyo kapısının yanına kollu bir sandalye hazırladım, rahatça orada oturarak giyinsin diye. Fakat babacığımı biz giydirmeye başladık. Ayağını uzatıp oturacak tabureye kadar yaptırdım. Fakat babacığım artık hiç kıpırdayamaz oldu.

Geriye dönüp baktığımda, ben dünya için uğraştıkça babacığım bir tık daha düşüyordu. Demek âhirete yaklaşıyormuş. Fakat ben dünya için ihtiyaçlardan vazgeçmiyordum. Bu süreçte mânevî olarak şifaya sebep olacak şeyleri de okuyorduk. “Her an ölüm olabilir” bilinci de vardı tabiî ki, fakat ölecekmiş gibi de davranmıyorduk. İnancımız, teslimiyetimiz, tevekkülümüz de vardı. Hastalığı hızlı ilerliyordu, ben yine de dünyalık ihtiyaç neyse yapıyordum.

Artık duygusal olarak yorulmuştum, ellerimi kaldırıp, “Yâ Rabbi! Ben sana teslim oldum, babacığım için en güzel şey neyse onu ver. En güzel gün, en güzel vakitte, ne takdir ettiysen ben teslim oldum” dedim. Artık dünya tarafımı bıraktım… Babacığım da bırakmıştı… Ertesi gün öğle vakti dünyaya elveda dedi.

Artık dünya adına hiçbir şey gelmiyordu aklıma, ölüm hakikatiyle karşı karşıyaydım. Her şey bitmiş gibiydi. “Hiç dokunmayın bana” diyecektim, fakat olmuyordu.

Dünya tarafım devam ediyordu. Fakat bu sefer dünyada asıl evi olacak yeri bulmak için işlemleri başladı. Hangi mezaristanda evi olacak, onu aramaya başladık. Yakın olsun, güzel olsun derken kabir arsasının detaylarıyla uğraşmaya başladım. Bu arada mezarın tapusu da olurmuş, onu da öğrenince dedim ki: “Babacığım, dünya evinin tapusu üzerinden düştü, âhiret evinin tapusunu alacakmışsın demek ki…” Anladım ki, insan dünya-âhiret arası uğraşıp duruyor. Bu sefer âhirete geçiş yapacağı, eni ve boyu kadar arsanın derdine düştüm.

O süreçte ne gerekliyse uğraşırken, “Dünya-âhiret dengesi bu olsa gerek” dedim. Allah’ım nasıl duygulardı bunlar, bir de o kadar hızlı oluyordu ki her şey, “Biraz dursaydı da bedeni ile hasbihal etseydim” dedim. Ölüm hakikatini babacığımın bedeni ile yakinen, dokunarak anlamak istedim, “Olmaz!” dediler. Yine de yüzünü okşadım, “Buraya kadarmış mücadelemiz” dedim. Demek bu yılın bu günüymüş ayrılık. Kader kaza oldu. “Âmennâ!” dedim.

Fakat önüme açılan sayfaları çok hızlı okumam gerekiyordu, an be an değişiyordu. Zihnim yetişemiyordu, sadece kayıt yapmaya başladım. İnsan yine hiç ölmeyecekmiş gibi dünya işlerine yönünü dönebiliyormuş. Rabbini, âhiretini düşünerek. Babacığım sen ne güzel bir mektup oldun benim için, ciltler dolusu kitap okusam bu süreçte öğrendiğim şeyleri öğrenemezdim. Adı konulamayan duyguları, her şeyde nasıl hikmetler olduğunu, hem dünya hem âhiret ikisinin dengede nasıl yaşandığını, dünya için ne kadar koşarsan koş hep bir şeylerin eksik olduğunu, daha sayamadığım o kadar çok şeyi öğrendim ki.. En önemlisi de şuydu, arkandan anladım ki, sen çok güzel yatırım yapmışsın insanların kalbine, yüreği sızlamayan kalmadı. Hayırla yâd edildin. Dualarla, hatimlerle…

Geriye dönüp baktığımda, keşke, dediğim hiç bir şey yoktu. Hüzünlü bir sürurdu bu duygum. Demek her an ölecekmişiz gibi davranmışım, hiç ölmeyecekmişsin gibi de dünya işinde koşturmuşum. Dünya evinin tapusu üzerine geçmeden, Rabbim mezarlıktaki evin tapusunu verdi, Cennet’te açılan kapıdan girerek taşındın.

Son gündü… Tarihî bir gün… Ayasofya’nın namaza açıldığı, mânevî bayram olan cuma günü bana dedi ki, “Ayasofya’da Selahaddin’in arkasında namaz kılmak nasip olacak mı?” Ben de, “İnşaallah” dedim. Güldü, “Artık geçti” dedi. Fakat Rabbim onun o gün ruhunu serbest bırakarak, “Hadi Ayasofya’da namaza!” der gibiydi.

İnanıyorum ki, sen böyle mutlu olurdun. Babacığım, hastalığını öğreneli 362 gününün son iki gününde anladı iyileşmenin artık âhirete kaldığını. O ana kadar, hastayım, demedi, yaşama sevincini hiç kaybetmedi. Bir gün önce “Ya Rabbi emanetini al!” dedi. Rabbim de onun istediğini verdi. Babacığım dünya kapısını kapatıp âhiret kapısını açarken, bana okunacak mektuplar, görülecek hikmetler bıraktı. Demek dünya-âhiret birlikte böyle gidiyormuş, duygularıma söz geçerse…

Tabiî ki bu süreçte, imanın altı şartının da insan psikolojisini nasıl rahatlattığını yakînen yaşayarak öğrendim. Aslında iman etmek ayrı, iman ettiğin şeyle amel etmek ayrıymış.

Babacığımın hastalığını öğrenince iyileşmesi “Mu’cize” dedi doktor, ben de “Mu’cizeleri veren Rabbim!” dedim, peygamberlere iman imdadıma geldi. Kur’ân’dan şifâ ayetleri okuduk sürekli kitaplara iman, ihtiyaç hissettikçe “Yâ Rabbi meleklerini yardıma gönder” diyerek meleklere iman, uğraştığımız her şeyin neticesi kaza ve kadere iman, ölümü ile âhirete iman, zaten bunların hepsine inanmak Allah’a iman ile olacaktı.

Cenâb-ı Hak, kulu hangi zaman ne hissedecekse, kendi ile kulu arasına bir bağ koymuş. İnsana hem dayanak noktası hem de yardım için. Akıl, başlangıçta bazı meselelerin hikmetini anlamakta zorlansa da zamanla kademeli olarak anlar.

“Ey iman edenler,… iman ediniz” âyetini okuyunca, “Zaten iman ehliyiz, neden böyle ifade etmiş Rabbim” derdim, tam anlayamazdım. İnsan öyle bir hâle giriyor ki bazen, işte o an iman etmek isyan etmemek hâliymiş, tevekkül-teslim hâliymiş… İman nimetinden dolayı Allah’a hamdolsun.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*