Geçmişle vedâlaşmak

Eminim bu söze yabancı değilsinizdir. Ben işim gereği çokça duydum zaten bu ifadeyi, ama sizlerin de duyduğunuzu, hatta zaman zaman kullandığınızı biliyorum. Bazen dostlarımdan bazen danışanlarımdan bu konuda yardım çağrıları alıyorum çünkü: Geçmişimle nasıl yüzleşebilirim, bu meseleyle nasıl vedâlaşabilirim?

Hadi itiraf edelim, az çok her birimizin geçmişiyle bir derdi var değil mi? Kalanlar, gidenler, yitenler, bırakamadıklarımız, peşimizi bırakmayanlar, yaşadıklarımız veya yaşayamadıklarımız… Geçmişimiz, bize acı veren anıları saklıyor içinde. Bu nedenle biz de onu saklarız çoğu zaman. Adeta iç içe kilitli kutulara koyup kaldırırız. Fakat geçmişte ifade edilmemiş her duygu bizim bugünümüze etki eder. Bugün ve bundan sonra kim olduğumuzu, buna bağlı olarak bugün nasıl davrandığımızı belirleyen çok güçlü etkenlerdir bitirilmemiş işler.

Prensip ve yöntemlerde ne kadar farklılaşmış da olsalar, hemen her psikoloji ekolü ifade edilmeyen duygular ile insanların ortaya koyduğu patolojiler arasında bir ilişki kurar. Kimine göre bu bitirilmemiş işlerin bizde meydana getirdiği inançlar davranışlarımızı belirler, kimine göre zihin bu işi tamamlamak için fırsatlar arayıp dururken sürekli aynı döngünün içinde sağır kalır. O yüzden çoğu ekol, kişiyi o zamana geri götürüp o yarım kalan anıyı tamamlamayı ve nihayetinde onunla vedâlaşarak bugüne geri gelmeyi amaçlar. Bu bazen sembolik objeler yoluyla bazen sadece meditatif olarak hayâl gücü yardımıyla yapılır. Hepsinde amaç, zamanında ifade edilememiş o duygunun yaşanmasına yardım etmek ve organizma üzerinde meydana getirdiği baskıyı azaltarak kişiyi özgürleştirmektir.

Burada “ifade etmek” tabiri “konuşmak, söylemek, bahsetmek”ten ziyade “yaşanmış olmak” şeklinde anlaşılmalıdır. Zira üzüntüyü yaşamak başka, “üzgünüm” demek başkadır. Ama elbette ki yaşamak, söylemekle bağlantılıdır, çünkü söylenemeyen, konuşulmaktan kaçınılan şey, yaşanılası olmadığı veya olmaması gerektiği gibi bir mesaj verir bize. Basit bir örnekle ifade edecek olursam; eğer “korkuyorum” dediğinizde daha neyden korktuğunuzu, bu korkunun nasıl bir şey olduğunu anlatamadan “Korkacak ne var canım, yok artık bundan mı korkuyorsun?” diye bir tepkiyle karşılaşırsanız daha fazla konuşmazsınız. Bu da duygunuzun ne kadar anlamsız ve gereksiz olduğuna, yaşanmaya değer olmadığına, hatta yaşanmasının utanç verici olduğuna inandırır sizi bir süre sonra. Bu nedenle terapilerde önce kişinin saklı tuttuklarını çıkarması, konuşması hedeflenir. Daha sonra ise, bu ortaya çıkardıklarıyla ne yapabileceği ona öğretilir, her ekolün kendi yaklaşımına göre.

Şimdi, bu alanda çalışan biri olduğum için, yukarıda paylaştığım şu soruya bir cevap bekliyor olmalısınız benden: Geçmişimle nasıl vedâlaşabilirim/ o defteri nasıl kapatabilirim? Çünkü dediğim gibi, hepimizin geçmişle bir hesaplaşması var ve özellikle dizilerde psikoterapi sahneleri yoğunluk kazandığından beri herkes bu konuda bilinçlendi(!). Bir an evvel geçmişin izlerini silip bugüne daha güçlü bir şekilde devam etmek istiyoruz. Burada kendimize şunu sormamız gerekiyor? Derdimiz; bugün kim olduğumuz ve nasıl davrandığımız mı, yoksa nasıl hissettiğimiz mi? İyi hissetmek ve geçmişin verdiği acılardan rahatlamak için mi bu hesabı kapatmak istiyoruz, yoksa geleceğe daha emin adımlarla yürümek için mi? İkisi birbiriyle bağlantılı diye düşündünüz belki de. İnsan ne kadar iyi ve rahat hissederse o kadar kendini bilerek ve kendi istediği şekilde davranır, öyle değil mi? İşin aslı öyle değil. Bu son cümleyi tekrar okumanız gerekebilir; çünkü sanıyorum çok yanlış anlaşılan bir duruma açıklık getirmek üzere olabilirim.

İnsanoğlu milyonlarca sebeple acı çekebilecek bir fıtratta yaratılmış. Aslına bakarsanız mutlu olmanın ve iyi hissetmenin yanında, kötü hissetmeye de müsait bir yapıdayız. Geçmişin taşıdığı bütün elemlere bir de geleceğe dair korku ve endişeler eklendiğinde insanın hazır anında alabileceği en büyük lezzet birden zehir olabiliyor. Her şeyle alâkadar olan o kalp ve ruh sayesinde insan sonbaharın gelmesi ve ağaçların yapraklarını dökmesiyle bile acı hisseder. Büyük emekler vererek inşa ettiği bir hayâlinin yıkılmasıyla kahrolur. Ahbabının, akrabalarının ölmesiyle dünyası başına yıkılır. Bir dostunun ihaneti karşısında kızar. Çok değer verdiği mukaddesatına yapılan bir saldırı karşısında korkar. Bunların hepsi bize acı veren, olumsuz duygulardır. Ama her biri insanîdir, hayatîdir. Ancak hayat sahibi biri bunları hisseder. Öyleyse neden sürekli hayatımızda olmamaları gerekiyormuş gibi davranıyoruz? Neden üzgün olduğumuzda, öfkelendiğimizde, korktuğumuzda, kıskandığımızda öyle değilmiş gibi yapmaya çalışıyoruz? Neden bunlarla barışık olmayı da “Evet, bu duygumun farkındayım. Şimdi bundan kurtulmalıyım. Daha iyi hissettirecek bir şey yapmalıyım” sanıyoruz? Aslında pek çok nedeni var, ama önemli olan bu değil, nasıl olması gerektiğini fark edebilmek.

İnsan olarak, gerçekten bize yaşadığımızı hissettiren olumlu ve olumsuz bütün duygularımıza sahip çıkarak, onları deneyimlemenin bize kazandırdıklarının farkına vararak ancak anlamlı bir hayat sürebiliriz. Öyle olmasaydı, yaşamı çok ciddi acı, zorluk ve mücadelelerle geçen insanların, mesela Bediüzzaman gibi birinin hayatının çok kötü, çok tatminsiz olması gerekirdi, öyle değil mi? Bediüzzaman sizce mutlu biri miydi? Hep iyi mi hissediyordu? Ruhsal olarak rahat mıydı? Aksine hem bedensel hem ruhsal açıdan ciddi acılara sahip biri idi. Bu acıları eserlerinin her yerinde görebiliyoruz. Peki, öyleyse onun hayatında bizi çeken şey nedir? Hayatını bütün bu acılarıyla birlikte anlamlı ve zengin bir şekilde sürdürme gayreti. Onun hayatının her karesinde bize coşku ve tatmin veren bir şey var. Bize “Bu hayatı gerçek anlamıyla yaşadı. Dolu dolu yaşadı. Vay be, bir Bediüzzaman geçti bu dünyadan” dedirtecek şekilde yaşadı.

Psikolog olmayı kafama koyduğum ilk zamanlarda duygular konusu çok ilgimi çekiyordu ve Bediüzzaman’ın insan duygularını tarif ettiği cümlelere rastladıkça çok heyecanlanıyordum. “Ne büyük sırlardan bahsediyordu kim bilir, ne keşifler çıkabilir acaba?” diye düşünmekten, anlayamadıkça kafayı yiyecek gibi oluyordum. Neden anlayamıyordum, ne zaman anlayacak kapasiteye erişecektim? Hâlbuki şimdi anlıyorum; Bediüzzaman sadece yaşadığı şeyi yazıyordu. Muhakkik bir âlim olarak kendi iç âlemindeki delillere, yani duygularına da aynı edayla yaklaşıyor, onları ince ince deneyimliyor, adeta nakış nakış aktarıyordu. Ortaya fevkalade bir anlatı çıkıyor, ama ben onları sadece teorik olarak kavramaya uğraşıyordum. Aslında o, enfüsî âlemin nasıl araştırılacağını, yani nasıl yaşanacağını öğretiyordu. Ve bu deneyim sayesinde öyle güzel hakikatler açılıyordu ki ona…

Örneğin 13. Rica’da anlattığı hikâyede yaşadığı acıları tarif ederken “Hem ruhum hem kalbim gözüme yardım edip ağladılar”1 ifadesindeki fizikselleştirmeyi görebiliyor musunuz? Siz hiç, ruh ve kalbinizi ağlarken gördünüz mü? Bediüzzaman fark ettirene kadar ben görmemiştim. Bu acıyı deneyimlemenin ardından hayâline geçmiş zamana ait görüntüler geldiğinden bahsediyor sonrasında. Ve diyor ki; “Gözümün önünde epey zaman devam etti”. Yani o hatıralara izin verdi, kendisine acı verdiğini bile bile. Hatta ilerleyen satırlarda bu hayâl ne zaman tekrar zihnine gelse yine ağladığını da söylüyor. Demek ki tekrar geldiklerinde onları tekrar yaşamaya izin vermiş. Bunun sebebi o yaşadığı acı dolu dakikaların bir şeye hizmet edeceğini bilmesi. Kendisi diyor; “Nasıl ki bir demir ateşe sokulur; tâ yumuşasın, güzel ve menfaatdar bir şekil verilsin. Öyle de o hüznengiz halet ve o dehşetli vaziyet ateş oldu, nefsimi yumuşattı. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, … hakaik-i imaniyenin feyzini tam ona gösterdi, kabul ettirdi.”2

Peki, o zaman geçmişle vedâlaşmak, meselelerimizi bitirmek ne oluyor? Geçmişi unutmak mümkün olmadığına göre, bastırmak da bu kadar tehlikeliyse ne yapabiliriz? Yapabileceğimiz tek şey, varlığını kabul etmek. Orada bize acı veren hangi hikâye ve hangi duygu olursa olsun onun bizim bir parçamız olduğunu bilip onu sahiplenmek. Bunu Bediüzzaman gibi çok çeşitli yollardan yapabiliriz aslında. Bazen eski mekânları ve dostları ziyaret ederek yaparız, bazen de bize rahatsızlık veren o kötü duyguya veya düşünceye hayâlimizde bir ceset giydirip karşımıza alır ve onunla münazara yaparız. Bunu yapabildiğimiz sürece o mesele artık bizim için bitirilmesi gereken bir iş, bugün ve gelecekte kim olduğumuzu, ne yapacağımızı doğrudan etkileyen bir şey olmaktan çıkar. Fakat ondan edindiğimiz sonuçlar ve kazanımlarla o mesele, gerçekte kim olduğumuz ve nasıl yaşamak istediğimiz konusunda bize hizmet eder.

Evet, çok büyük ihtimalle hatırlandıkça bize acı vermeye devam eder. Ama zaten nefes aldığımız sürece acı çekmeye devam edeceğiz, öyle değil mi?

Dipnotlar:
1) Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 378
2) age. s. 380

1 Yorum

  1. Yazınızı dergide okudum ve burdan da size teşekkür etmek isterim. Devamı dileğiyle kaleminize kuvvet

ŞemiNur için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*