Ölümün rengi

İnsan, dünya misafirhanesinde her vakit bir şeyleri yitiriyor olmanın pençesinde bir yaşam sürmektedir. Hayatın her anında -farkında olsun ya da olmasın- bir şeyleri kaybetmeyi, yaşamında aitlik hissettiği şeylerin azalmasını ve kalbini bağladığı şeylerden ayrılmayı tecrübe etmektedir. Sahip olduğunu zannettiği şeylerin; azalmasına, sönmesine, bitip tükenmesine ve elden çıkmasına şahitlik etmektedir.

Yitiriyoruz. Her an, her saniye maddeden ibaret olan bedenimizden bir şeyler eksiliyor. Bedenimizdeki hücrelerden tutalım, akrep ve yelkovanı tersine çeviremediğimizin acizliğiyle elimizden kayıp giden anlar toplamı olan zamana kadar birçok şeyi yitiriyoruz. Gençliğin, servetin, şöhretin, fânî emellerin, masiva namına sarf edilen duyguların; tükenmeye, bitmeye, azalmaya mahkûm olduklarına şahit oluyoruz.

Eşya üzerindeki fena damgasını hesap etmeksizin sarf ettiğimiz emekle fânî olan arasında kurmuş olduğumuz temelsiz bağ sebebiyle, her vakit zeval ve firakın tokadını yiyoruz. Şüphesiz bu zeval ve firakın hissettirdiği elemi, aslında eşyayla kurulan münasebetler ve insanın duygularını, düşüncelerini ve bakış açısını nasıl yönlendirdiği etkilemektedir.

Fânî olanı kaybediş ve yitirişleri en çarpıcı ve açık şekilde hissettiğimiz hakikat ise defaatle şahit olduğumuz ölüm hakikatidir. Fena ve zeval tokadının en nihai noktası ölümdür. Çünkü insanın tüm yitirişlerini hissettiği dünya sahnesi kendi ölümüyle artık tamamen kapanışı yapacaktır. Tıpkı yaşamda hissedilen yitirişler gibi ölümün dahi rengini belirleyen husus, iman ve itikattır.

Şayet insan her vakit, üstüne ordu misali hücum eden zeval ve firakların yükünü yok oluş itikadına yahut hesapsızlığa dayandırmışsa, her vakit sonsuzluğa talip olan ruhunda derin ıztıraplar çekmeye mahkûm olmakla beraber, ölümün yüzünü dehşet olarak görmenin yükünden sıyrılmak için onu taciz eden aklını iptal etmeye yönelecektir. Aklını iptal için de gaflet, sefahat ve sarhoşluğa yönelmesi muhtemeldir.

Öyle ki ölüm, bu minvalde yaşam süren kimseler için bir hakikat noktasında vedâ bile değildir aslında. Çünkü vedâ kelimesinin asıl mânâsı emaneten bırakmaktır. Sonsuzluğu dahi yitirip yok olmayı kabullenen kimse için vedâ dahi yoktur. O kimseler için terk ve idam söz konusudur.

Fakat iman eden kimseler için ölümün o zahiri vahşet yüzü iman hakikatiyle nimete dönüşmektedir. Ölüm ehl-i iman için hayat vazifelerinden terhis olmaktır. Mekân değiştirmektir, dünyanın fena ve faniliğinden sıyrılıp ebediyete davettir. Vatanından ayrılmak değil, asıl vatanına dönmektir. Çünkü bir mü’min için dünya hayatı, hayatın başladığı esas nokta değildir. Bir imtihan meydanı olarak yaratılan dünya, insanın hayat yolculuğunda bir durak niteliği taşımaktadır. Ki ölüm dahi bir duraktır. Aynı zamanda bir başlangıçtır. Ehl-i iman için ebedî saadetin başlangıcıdır.

Dünya hayatı insana bazı sorumluluklar yüklemiştir. İnsanın, barınmak, beslenmek, öğrenmek, bir meslek sahibi olup o mesleğin sorumluluklarını yerine getirmek, yetişmek, yetiştirmek, kazanılmış olan şeyleri muhafaza etmek gibi dünyevî sorumlulukları bulunur. Ve bununla beraber her şeyi yoktan var edip dünyayı bir imtihan meydanı yapan ve insana da o dünya içinde yeryüzünün halifesi olma şerefini ihsan eden Allah’a (cc) karşı iman ve ubudiyet dairesinde olmak gibi sorumlulukları bulunmaktadır. Ölüm, insanı, ağırlaşmış olan hayat vazifelerinden ve dünya hayatına dair sorumluluklardan azad etmekle beraber, ahirete intikal etmiş olan dost ve ahbaplara ulaşmak için de bir visal kapısıdır.

Bir tohuma yerleştirilmiş ağaç olma, meyve verme gibi muazzam istidatların meydana gelmesi o tohumun toprağa düşüp çürümesinden geçer. Bunun gibi de insanın ruhuna yerleştirilmiş sınırları uçsuz bucaksız olan bazı cihaz ve istidatların dünya hayatının sona ermesiyle ahirette sümbüllenme durumu söz konusudur. Ölüm, insanın dünya hayatıyla daha dar bir formda yaşadığı demo sürümü, niteliklerin eksiksiz kullanılabileceği tam sürüme çeviren bir hakikattir.

Öte yandan, iman ve Kur’ân nazarıyla ölüm, bir vedâdır. Geride kalanları Allah’a ısmarlamak ve Ona emanet etmektir. Bir terk ediş değil, hakikî bir mânâyla vedâ etmektir. Hiçliğe, yokluğa açılan bir ejder ağzı ve vahşet yatağı değil, âlem-i nura açılan beka kapısıdır. Dünyanın iyilik ve kemalâta dair güzelliklerine vedâ ederken, dünyanın ahirete nispeten zindan hükmünde olan zulümlü, dağdağalı, zahmetli, çirkin yüzünden kurtulup ıztırapsız baki bir âleme mazhar olmanın yoludur.

“Risale-i Nur, mevti o aldatıcı, fânî hayata karşı çıkarıp lezzet ve zînetini zir ü zeber eder. Ve der ve ispat eder ki: Mevt ehl-i dalâlet için idam-ı ebedîdir. Ve o dehşetli darağacından kurtaran ve mevti mübarek bir terhis tezkeresine çeviren yalnız Kur’ân ve imandır.”1

Hasıl-ı kelam, Risale-i Nur’dan istifadeyle ölümün güzel yüzü, ancak iman ve Kur’ân dairesinin nazarıyla görülebilir. Ölüme karşı hissedilen dehşetin yönü, ancak ölümün hakikatine ve mahiyetine iman nazarıyla bakmak ve o nazar üzere yaşamak değiştirebilecektir.

Cenab-ı Hak, bizlere mevti ve eceli dost görebilmenin vesilesi olacak iman ve ubudiyet dairesinde bir hayat, sonsuz saadetin kapısı olabilecek bir ölüm nasip eylesin ve ölümü de bizler için hayırlı bir vedâ eylesin. Âmin.

Dipnot:
1) Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 722
Fotoğraf: Mustafa Usta

1 Yorum

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*