Sarıkamış Fâciası’nın (Ocak 1915) üzerinden tamtam ına yüz yıllık bir zaman geçti. Buna rağmen, orada yaşanan acıların yüreklerdeki tazeliği, sıcaklığı bugün de aynen devam ediyor.
Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen, Sarıkamış Harekâtı’nın mahiyeti yine de tam olarak bilinemiyor.
Bilhassa harekât için yapılan plânlama, strateji, ön hazırlık, iklim şartları, kuvvet dengeleri, ilerleme safhaları ile harekât süresince verilen kayıplar hakkındaki bilgilerin bazı kaynaklarda eksik veya farklı olması, hatta yer yer birbirine zıt bilgilere rastlanılması, zihinlerde farklı Sarıkamış’ların yer etmesine sebebiyet vermiş.
Yaşanan zihnî kargaşa ve ortaya serilen çelişkili bilgilerin önemli bir sebebi de, savaşın yegâne sorumlusu olarak görülen İttihatçılara ve bilhassa Enver Paşaya karşı duyulan ya da kasten körüklenen şiddetli kin, garaz ve öfke ateşidir.
Bu ateşi körükleyenlerin başında Kemalistler geliyor. Zira aynı yıl (1881) dünyaya gelen ve aynı harp okulunda okuyan M. Kemal ile Enver Paşa, tâ ilk gençlik yıllarından itibaren birbirine zıt ve muhalif şahsiyetlerdir. Askeriyede bile, dine meyyâl olanlar ile muhalif olanlar, bu iki subayın şahsında kutuplaşmaya gitmişlerdir. Öyle ki, bu iki Osmanlı subayı, Saray’a damat olmak için de birbirine yine rakip olmuş ve gizli, amansız bir çekişme halini yaşamışlardır.
Neticede, Enver Paşa bu yarışı kazanmış, hem saraya damat, hem de hızla terfi kazanarak Başkomutanlığa (Padişah Vekili) kadar yükselmiştir. Enver Paşa’nın en yüksek derecedeki komutan olduğu 1915 yılında, M. Kemal henüz Yarbay idi.
1916’da M. Kemal’in yarbaylıktan paşalığa terfisini imzalamayı geciktiren Enver Paşa, bu tavrının sebebini şu sözlerle izah ediyordu: “Biliniz ki, onu paşa yapsanız padişah, padişah yapsanız Allah olmak ister.”
(Bkz: Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” isimli eseri, Sayfa 58)
Not: Bu kitap, M. Kemal’in bilgisi dahilinde yazılıp neşredildi.
Aralarındaki bu rekabet ve çekişme hali, daha sonraki yıllarda da devam etti. İstiklâl Harbi zamanında Rusya’dan Anadolu’ya gelmek isteyen Enver Paşa, M. Kemal’in kendisini rakip gördüğü için buna engel olduğunu kendi el yazısıyla ve gayet açık bir dille ifade ediyor.
(Bkz: Enver Paşanın Mektupları; Hürriyet, 18 Temmuz 2005.)
Sarıkamış Harekâtı hakkında bilinmesi gereken diğer bazı hususlar:
Hazırlıksız başlandı
Birinci Dünya Harbi’ne zaten hazırlıksız şekilde yakalanan Osmanlı orduları, Sarıkamış Harekâtına ise, büsbütün hazırlıksız şekilde başladı. 3. Orduyu teşkil eden buradaki askerlerin önemli bir kısmının üzerinde doğru dürüst bir kış elbisesi dahi yoktu. İlaç, erzak ve mühimmat tedariki de, aynı şekilde eksik ve yetersizdi. Şiddetli soğuk, açlık ve hastalıkların zuhur etmesiyle, orduda dehşet verici kırılmalar yaşandı. On binlerce asker, daha savaşmadan ve bir tek mermi atmadan bulunduğu kışlalarda ve karlı tepelerdeki mevzilerde şehit düştü.
Yardım gemileri batırıldı
Sarıkamış Cephesi’ne sevk edilen 90 bin civarındaki muharip birliklerin hemen her türlü ihtiyacını karşılamak için, gerekli tedbirler düşünülmüş ve hatta teşebbüse de geçilmişti. Müttefik Almanya’dan yola çıkan silâh, mühimmat, erzak ve ilâç yüklü üç büyük gemi, Karadeniz’deki Rus donanması tarafından Zonguldak açıklarında bombalanarak batırıldı.
(Not: Bu gemilerin enkazına 7-8 yıl evvel, yani çok yakın bir zamanda henüz ulaşılabildi.)
İklim faktörü
O yılın kış mevsimi çok şiddetli geçti. Osmanlı askerleri Yemen gibi sıcak bölgeden yaz elbiseleriyle geldikleri için donarak şehit olurken, soğuk iklime alışkın Rus askerlerinden de 30 bine yakın telefat oldu. Kış şartlarına mağlup düşen Osmanlı askerinden kurtulanlar cepheden geri çekilmek durumunda kaldı.
Tecrübesiz komutanlar
Devletin hemen bütün kilit noktalarını ele geçiren İttihatçılar, bürokraside geniş çaplı bir tasfiye operasyonu yaptılar. Bu operasyondan, haliyle askerler de nasibini aldı. “Orduyu gençleştirme” adı altında, Osmanlı ordusunda bulunan binlerce kıdemli, tecrübeli subay, daha Balkan Harbinden (1912) evvel emekliye sevk edilmişlerdi. Tecrübeden mahrum paşaların ordu birliklerine komuta etmesi, özellikle harp durumu için başlı başına bir sakıncaydı, bir handikaptı. Aynı durum, şüphesiz Dünya Harbi için de geçerliydi.
Siyasî tarafgirlik
Orduyu perişan eden bir başka sebep, subaylar arasında yaygınlık kazanan siyasî tarafgirlik hastalığıydı. Aralarında askerlerin ağırlıkta olduğu İttihatçı komitacılar, zaten tâ başından beri siyasetin içindeydiler. Haliyle, zaman içinde onlara muhalif olanlar da çıktı ve kaçınılmaz olarak birbirinin kuyusunu kazmaya başladılar. Bu siyasî tarafgirlik marazı öyle bir raddeye çıktı ki, harp esnasında dahi, bir komutan, muhalifi olan diğer bir komutanın mağlûbiyetini isteyecek hale geldi.
Ermeni birlikleri
Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği günlerde, Ermenilerin düşmanla bir olup Osmanlı’ya saldıracağı düşünülememiş, bu ihtimal tam olarak hesaplanamamıştı. Ne var ki, savaşın bütün şiddetiyle hükmettiği esnada, on binlerce Ermeni militan Rus tarafına geçerek, tebeası olduğu Osmanlı’yı sırtından vurmak sûretiyle ona ihanet etti.
Rakamlar abartılı
Sarıkamış’ta, Allahuekber Dağları’nda ve bütün Kafkas Cephesi’nde şehit düşen, yaralanan, hasta olan askerlerimizin yekûnu hakkında ortaya atılan rakamların çoğu abartılıdır. Genelkurmay Harp Dairesinin verilerine göre, toplam şehit sayısı 60 bin civarındadır.
Bunu 90 bin diye telâffuz ettiğiniz takdirde, zaten yekûnu bu civarda olan muharip askerimizden bir tekinin de kurtulamadığını söylemiş olursunuz ki, bu, büsbütün mübâlâğa olur. Esasen, şehit sayısı ne olursa olsun, o cephede ve olağanüstü şartlar altında yapılan hizmet hiçbir şekilde küçümsenemez. İsterse şehit sayısı altı bin olsun, verilen mücadele yine de büyüktür, mukaddestir, tebrike, takdire lâyıktır.
Kaderin fetvâsı
Osmanlı’nın Birinci Dünya Harbi’ne gireceği, başlangıçta öngörülmüyordu.
Ancak, hem karşı devletlerin gizli hesapları itibariyle, hem de kaderîn fetvâsı gereği, bizim bu savaştan kaçmamız imkânsız görünüyordu. Yaşanan fecî mağlubiyetin kaderî yönünü yorumlayan Bediüzzaman Said Nursî, toplum genelinin birikmiş hata ve günâh ve ihmallerinin, mağlûbiyetimize fetvâ verdirdiğini ifade ediyor.
İşte, bu hususla alâkalı olarak kendisine tevcih edilen bir suâle vermiş olduğu cevap ve izah faslı…
Suâl: “Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti?”
Dedim: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salat, savm, zekat. Zîra, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâla bizden istedi; tenbellik ettik. Beş sene, yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile, bir nevî namaz kıldırdı. Hem, senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi; nefsimize acıdık. Keffareten, beş sene oruç tutturdu. ‘On’dan, ya ‘kırk’tan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi; buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim (birikmiş) zekâtı aldı.” (Tarihçe-i Hayat, s. 120; Sünuhat, s. 63)
“Haccın ve ondaki hikmetin ihmali (ise), musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu.” (Sünûhat, s. 71)
İşin kaderî hikmet tarafı da gösteriyor ki, ne tür tedbirler alınırsa alınsın, yine de sebepler sukût edecek ve mağlubiyet mukadderatımız olacaktı.
Ancak, kaderin bu âdilâne tecellisi, yine de zalim zulmünü ortadan kaldırmaz, günâhkârın cezasını sildirmez.
Rûz-i Mahşer’de, herkes lâyık olduğu karşılığı mutlaka alacak ve bulacaktır.
İlk yorumu siz yazın