Nefse yargıç gerek

Ruhî haykırışlar

Bir garip ki, o diyar bu diyar gezmiş; derken bir zaman sonra ilham deryasının zerre teknesine binmeye karar vermiş bir zât… Sorgulamak istemiş nefs-i emmaresini. Cüz’i ihtiyarını hiçe saymadan med-cezirler yaşadığının farkındalığıyla analiz etmeye başlamış ona emanet edilen hayatını… Şiddetli bir kışın hengâmında yine o bedbin nazarın haleti vuku bulunca, sanki üstüne dalgaları çeken bir hâl bürünürmüş çehresine bazı zaman… Sonra neden bilinmez bu yanlış tevillerini düzeltmeyi bir vazife bilip sergüzeşt-i hayatına bir sinema izler edasıyla yönelerek ömür filmini seyre karar kılmış…

Demiş kendi kendine: benlik sürgün olmuş gaflete, kır artık prangalarını yeter… “Pencerelerden bak içlerine girme, girme ey nefis!” diyen o zât-ı muhterem gibi nida eylemiş zayıf sinesine, “nedir bu bitmek bilmeyen inadın?” “Enaniyetin prangalarından ve zehirli yörüngelerinden çıkmak vakti şu an, çilekeş basamakların ardından hakikî mürşidi arayıp bul rahatı, ol huzuru… Yook geri dönüş yok; geldin bu dünyaya bir kere, kaçamazsın yer yok, dönemezsin yol yok, kendini yok sayamazsın ruhun ebed diye inlerken…” demiş vaveyla bestesiyle.
“Öyleyse yaralara derman olan tılsımım nerede?” diye haykırıvermiş yanık bir bağırla… Sonra gaybî bir ses duymuş sanki semadan…

Hakikat aşikâr… O anda muazzam kelâmlar yükselmekte minarelerden… “Bu ezanlar adeta ruhumu hidayete eriştiriyor” deyivererek ruhunu seyre koyulmuş. İlahî kelâmın onu kâh derunlara kâh semalara götürerek, latifelerine marifet serpiyor olduğunu anlamaya başlamış. Müstakîm olan sırat belliydi, Cenab-ı Hakk ona rehberlerini ezelî kelâmlarıyla birlikte göndermişti… Ona kalan, hakikatleri okuyup anlayıp hakkıyla yaşamaktı…
“Hem ne kadar kolay, hem de ne kadar zor bu kulluk yolculuğu” dedi o muazzam kelâmı dinlerken… “O kulluk macerası ki; meşakkat silsileleri ve inayet ummanları seyeranı…” diye geçiverdi yüreğinden… “Harabelerimi saray haline getirmek mümkün mü? Peki tozlanmış kadim defterlerimi temize çekmek çok mu müşkülatlı?” deyip sordu dimağına, dalarak afaka… Araflarından zaferle çıkmak isteyen bir heyecanla… “Rabbim imtihanımı kolaylaştır… Ve beni Salihler arasına kat!” duaları döküldü dilinden. İnce bir sızı acıtıyordu derinden. Sanki bildiği hedefe, bilemediği koridorlardan geçiyordu her dem…

Bu kez gökyüzünden gelen başka bir ses onu ürküttü… Semanın gök gürültülerinden ve şimşeklerinden irkilmişti. “Gök avazı çıkmış bağırırken, sen yerde titriyorsun ha, öyleyse artık kapat nefis kepenklerini… Zecr tokatı yemeden şefkat tokatlarından ders almasını bil. Kılavuzum Kur’ân diyorsun da şeytan yokuşuna sapıyorsun… Ah bu vicdanî kıvranışlar, neden tesirin anlık oluyor… Dem ve damarlarından Allah aşkı akmalıyken neden nefis, heva bataklığında çırpınmaktasın?” deyip haykırarak derin bir matemle dayandı dergâh-ı İlâhî’nin kapısına…

“Yorgun ve bitkinsin” dedi yine bitap düşmüş varlığına… “O’nun rızası değil de ene rızası gözettiğinden geldi bu cefa…” diyerek ızdırab nedenlerini, idrak mahallinden açığa çıkarmaya çalıştı… “Sen kimsin?” diye soruyordu kör dehlizlerindeki sükûtun çığlıklarıyla… “Sen bir kulsun, evet kul” deyiverdi hemen sonra.
Hem çok aciz ve zayıf; hem çok zalim ve cahil… “Yalnızca bu dünya için mi yaratıldın ki bütün vaktini bu dünyaya heba ediyorsun” demek geçti kalbinden, o aziz Üstad gibi… “Nerde senin Allah’ın kulu kölesi olmak isteyen kalbin, vicdanın ve dimağın…” Böyle diye diye savurdu nefsini yerden yere…

Hemen sonra nefsini dinlemekten kalb ve aklını dinleyemez olduğunu fark etti büyük bir uyanışla. Nefsini dinlemek her seferinde ona zarar verdiği halde, neden yine onunla muhatap olduğunu bilemedi.
Benliğinden kaçmanın yolu bu muydu yoksa? Suçlayarak ardı ardına, kendine pay biçmeden şeytana yağdırmak tüm girdaplarını… Rehavete kapılmanın verdiği sıkıntıdan kurtulmak için mi dayanaktı o serzenişler? Vahiy endeksli yaşayamamaktan geçmek miydi onu bu hale sürükleyen? Eneyi yırtmaktan korkmaktı belki de çoğu zaman… Gururun mahkûmu mu olmuştu çaresizce? Ancak bu sefer virâne kıldığı ruhun dehlizlerini tamir etmeyi yeğledi. Olanlar ma’dûm kaldı bende, maziyse geride… İleriye bakmanın zamanı değil mi ki, diyen kalbin sesiyle uyandı yeni bir âleme. Bu ses kalbinin Mi’râc’a varmak isteyen sadasıydı.

Hayata dair güzel şeyleri tasvir etme gayesiyle dolan bir yüreğin yankısıydı. Kendinden geçtiği bu dakikalarda yaralarının sarılmaya başladığını hissetti.Feyizli bir haletle mânâ âleminin kapısını aralamıştı adeta. Bazen sadece sabırla beklemekti derman.
İhlâs dolu niyazların, şifa akıtan şelalesinden yudumlar gibiydi. Faran Dağları’nda doğan nurun hürmetine diyerek; devam etti dua dua yakarışlarına. Evet, bazı zamanlar insan kendini başıboş bir şeymiş gibi salar, yığılır adeta…
Bu yüklenme hâli de o anlardan biriydi belki de… Ancak aklı başına gelince insanoğlu anlar ki hataların büyüğünü yapmakta… Hâlbuki görebilseydi ömür sermayesi elinden kaymakta…
Bilseydi çaresizlerin çaresine yönelince musahhar olur her şey ona. O zaman kalbindeki iman cennetinin maidesinden rızıklanırdı devasa bir aşkla…

İnsan… Nasıl bir muamma ki bile bile gömmüş başını gaflete, deve kuşu misali. Önünde hazinelerin esrarı var oysa, aç gözünü bak onlara. Ağuşunu açmış Resul duruyor, sana dinle diyor Kur’ân ve Sünneti. İman gözlüğünü takıp her şeyin güzelini gör diyor hayatıyla. Sanki gülü dikeniyle sevmeyi öğretiyor güzeller güzeli… Böyle bakınca derd bile gülüyor yüzüne, yaralarına tiryak bir edayla… Çünkü hayır Allah’ın seçtiğinde, talimini vermekte inşirahla…
Hakikatin mukaddes sırrı hediye edilince ona, O ana kadar sarmaşıklaşmış olan bedbaht nazara, istiğfar ederek af ile sığındı yüce Mevla’ya. Artık şükür gemisiyle bahtiyarlık deryalarında yol alan bir seyyah idi.

Nefsini ıslah için çıktığı bu serüvende, yol arkadaşı nefis ve kalbiyle yaptığı bu mülahazalar olmuştu. Belki nefs-i emmareye yaptığı bu itap; onu böyle hakka giriftar eylemişti…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*