“Doğru işlemeyen akıl, keskinmiş neye yarar.”
Vauvenargues
Çocukluğu anne babasının “akıllı ol!” tembihleriyle geçmişti. Anne babası onun yaptığı iyi şeylerden çok, hatalarını görüyordu. Ağızlarından sıklıkla, “Sen akıllı bir çocuksun, neden böyle bir hata yaptın?” sözleri dökülüyordu. Okula gittiğinde, durum pek değişmedi. Öğretmenleri, istedikleri şeyleri yapmadığında ona, “Bunu senden beklemiyordum, sen daha iyisini yapabilecek kadar akıllısın” diyorlardı.
Çocukluğu boyunca sürekli akıllı olmanın önemli bir şey olduğunu öğrendi. Akıl, sözbirliği etmişçesine herkesin yücelttiği bir değerdi. Belki başka her şey üzerinde spekülasyon yapılabilirdi, ama sıra akla gelince insanların, özellikle de öğretmenlerinin tahammül sınırı birden keskinleşiyordu.
“Akıllı olmak” ile “ahlâklı olmak” arasında bir ilişki olduğunu da kavramıştı. Akıllı insan hata yapmayan, dolayısıyla doğru dürüst işler yapan insandı. Doğru dürüst işleri ise, ancak ahlâklı insanlar yapardı. O halde ahlâk, ancak aklın üzerinde yükselebilecek bir değerdi.
14–15 yaşına geldiğinde, hayatını bir inanç haline getirdiği “akılcılık” prensibine göre şekillendirmeye çoktan karar vermişti. Okulda öğrendiği, gazetede okuduğu, televizyonda belgesellerden seyrettiği, bilim adamlarından duyduğu, otoritelerden kaptığı… her bilgiyi hafızasına alacak, bunları aklında yorumlayacak ve ulaştığı sonuçları yaşadığı tüm olaylara tatbik edecekti. Hiçbir şeye teslim olmayacaktı. Böylece ahlâklı bir insanın yapması gereken şeyi yapmış olacaktı.
Öte yandan “hatasız olma” lüzumu, onda mükemmeliyetçi bir hassasiyet de meydana getiriyordu. Her şey bilgisayarın çalışma sistemi gibi olmalıydı. Nasıl bilgisayarın bir tuşuna bastığımızda neticeyi anında alıyorsak, akıl da bir hükme varınca ve bu hüküm uygulanınca hemen ve derhal neticeyi almalıydık. Bu netliği bozacak tüm parazitler ise bir sinek gibi ezilmeliydi. Ara sıra kulak verdiğinde vicdanı, ruhu ve duyguları buna muhalefet ediyordu gerçi; ama olsun, akıl bunun böyle olması gerektiğini söylüyordu.
Bu tip düşünceleri onun bu derece sahiplenmesi, aslında çevresinde olup biten “saçmalıklar”dan kaynaklanıyordu. Bâtıl inançlardan efsanelere, astrolojiden büyüye kadar dünya üzerinde sayısız “saçmalık” yüzyıllardan beri süregeliyordu. Bunlar yetmiyormuş gibi güçsüzler anlaşılmaz bir şekilde mevcudiyetlerini devam ettiriyor, kocaman bedenler gözle görülmeyen mikroplara yenik düşüyor, toplum içinde dilencilerin ve güçsüzlerin kökü bir türlü kurumuyordu.
Tabiatta ve insanların içinde yerleşik bir irrasyonalite inatla hükmünü icra ediyordu. Tam da bu nedenle, gözünü dış dünyaya çevirdiğinde “kaotik bir dünya” algılıyordu. Ona göre dış dünyada çok fazla renk, çok fazla ses vardı. Bunlar bir zenginlikten çok, bir karmaşıklığın alâmetleriydi. Bu karmaşıklık enerjilerin boş yere heba olmasına ve “güzel yarınlar”ın gecikmesine yol açıyordu. Bu kadar karmaşanın ortasında bir düzen, bir sistem kurmak neredeyse imkânsızdı.
Elinden gelse, akıl kılıcıyla, kâinattaki mevcutların yarısını bir tarafa, yarısını öbür tarafa yığmayı, sonra da bunlardan “çürük” ve “değersiz” olarak gördüğü kısmını yok etmeyi tercih ederdi. O zaman her yer güllük gülistanlık olur, akıl huzura kavuşur, adam gibi ne yapacaksa yapardı.
Her zaman bir kesinliğin peşindeydi. Belirsizlikten o kadar nefret ediyordu ki, duygularının sesini en kısık ayarda tutmayı bir alışkanlık haline getirmişti. Çünkü duyguları ortama ve şartlara göre çok, ama çok çabuk değişiyordu. Mutluluk, üzüntü, coşku, hırs, hayal kırıklığı gibi duygular sürekli bir başka duyguya dönüşüyordu. Onun gibi biri, bu kadar değişken tabiatlı bir şeye değer veremezdi. Bu nedenle duygulara genel anlamda kıymet vermiyordu. Ona göre duygular, aklın zayıf gölgeleriydi.
Özellikle kıymet vermedikleri ise, acıma ve merhamet türü duygulardı. Çünkü bu duygular, sadece belirsizlik kaynağı olmakla kalmıyor, aynı zamanda “rasyonel hareket”in icrasına da engel oluyordu; bir şekilde kararlılığı köreltiyor, işlerin aksamasına ve yavaşlamasına neden oluyordu.
Hâlbuki ona göre akıllı bir kimse bir cerrahın ameliyat masasındaki kesinliği ve kararlılığıyla hareket etmeliydi. Cerahat kapmış olan organı derhal kesip atmak gerekliydi. Acımanın kendisine yöneldiği ve işlerin yürümesini aksatan toplum (çarkının) içindeki “güçsüz dişliler”e gelince, işte onların üzerine de bu kararlılıkla gidilmeliydi.
Bu düşünce onun zayıflığı çağrıştıran şeylerden soğumasına hatta onlardan nefret etmesine yol açıyordu. Bunlar arasında dilencileri, ihtiyarları, başarısızlığı, kadınları, gözyaşını, çocukları, ayrılığı, duygulara yenik düşmeyi saymak mümkündü.
Suratı asık denebilecek ölçüde ciddileşmişti. Kesinlik arzusu, aklını yalnızca “bilimsel bilgi”ye yatırıyordu. “Bilmediklerimiz” daha fazla olsa bile, “bildiklerimiz” ona göre çok daha değerliydi. Meselâ suyun kaldırma kuvveti insanın nereden geldiğinden, çekim kuvveti ise nereye gittiğinden daha önemliydi. Yine ona göre fizik metafizikten önce geliyordu, zira fizikle bir iş başarabilirdiniz, ama metafizikle sadece belirsizliğin kucağına düşerdiniz.
Üniversitede sözel bir bölüm yerine, sayısal bir bölüm olan matematiği seçmesinin sebebi de buydu. İradesini tamamen aklının eline vermişti. Sanki akıl söz hakkına sahip olan tek lider, o da onun askeri gibiydi. Ders dinlerken, etrafı seyrederken, arkadaşlarıyla sohbet ederken, bir olayı yorumlarken hep aklı ölçü tutuyordu. Buna rağmen, arkadaşlarıyla bir mesele hakkında sohbet ederlerken, genellikle ortaya farklı düşünceler çıkıyordu. Söz siyasetten açıldığında bazıları siyasetçileri suçlarken, bazıları halkı suçluyordu; futboldan konuştuklarında bazıları futbolcuları, bazıları teknik direktörü, bazıları ise sahanın bozuk zeminini suçlu buluyordu.
Aklı keskinleştikçe hâkimiyet duygusu da keskinleşiyordu. Görüş ayrılıklarına katlanamaz olmuştu. O derece ki kendisi gibi düşünmeyen ve kendisini sürekli onaylamayan kimselerle yakınlaşamamaya başlamıştı. Giderek yalnızlaşıyordu. Her şeye kötümser bir gözle bakıyordu. Sürekli “eksik” arayan gözleri, yavaş yavaş yorulmaya başlamıştı. Suratındaki ciddilik karamsar bir renge bürünmüştü artık.
Bir gün anne ve babası feci bir trafik kazasında öldü. Matematik bölümünde öğrendiği ihtimal hesaplarına göre böyle bir olayın vuku bulma ihtimali elbette vardı, ancak derslerde bu konuyu öğrenirken gerçek hayatta başına böyle bir olayın geleceğini hiç hesaplamamıştı. Böylesine feci bir olayın neden bir başkasının değil de, kendi başına geldiğine bir türlü anlam veremiyor ve bunu hazmedemiyordu.
Duyguları savaş alanı gibiydi. Özellikle bu travmatik olaydan sonra sebepler onu korkutmaya başlamıştı. Denetlendiğinde ve beklenilen sonuçlar alındığında sebepler çok iyiydi, ne var ki hayatın her karesi denetlenmeye gelmiyordu işte! Artık binlerce defa yaptığı ve benzer sonuçlar aldığı konulara bile tereddütle yaklaşıyordu. Sürekli bir “acaba?” zihnini kurcalıyordu. Otoparkta her zaman arabasını park ettiği yere çatıdan bir kiremit düşer miydi? Sokağın başından çıkan bir kendini bilmez ona çarpıp kaçar mıydı? Evdeki musluğu açık bırakmış olabilir miydi?
Aklını rahatlatmaya ihtiyaç duyuyordu. Kendini içkiye vermişti. Ruhu dayanılmaz bir sıkıntının pençesinde kıvranıyordu. Uyku düzeni allak bullak olmuştu. Gergin bir yay gibiydi. Dışarı çıktı. Gece boyunca aklını rahatlatmayı umarak sokakları dolaştı. Umutsuz bir teselli aradığının farkındaydı.
Aklının, gece karanlığında bir ateş böceğinin yaktığı ışıktan farksız olduğunu anlamaya başlamıştı. Aklı dışında bir dayanak noktasına ihtiyacı olduğunu biliyordu. Pişmandı aslında. Kalbi suçluluk duygusuyla doluydu. Uzun zamandır ihmal ettiği kalbinin sesine kulak vermek ve teslim olmak istiyordu. Onu rahatlatacak olan şeyin bu olduğunu seziyordu. Daha önce kalbini ve duygularını hiç bu kadar kendisine rehber edinmemişti.
Gece bitmek üzereydi. Gün ağarıyordu. Günün ağarması gibi, kalbinde de bir şeyler ağarmaya, aydınlanmaya başlamıştı sanki. Daha önce kendisini rahatsız ettiğini söyleyerek demediğini bırakmadığı ezan sesi, bu defa ona huzurun kaynağı gibi geliyordu. Kalbini teslim edeceği adres belli olmuştu. Sanki yıllardır ertelediği ve hasret kaldığı bir sevgiliyle buluşmak arzusuyla, sesin geldiği yere doğru yöneldi.
Minareden Allah’ın en büyük olduğu ilân edilirken, ilk defa kalbinde derin bir huzur hissetti. Bunca yıl aklını “en büyük” görmekle meğer kendi nefsine ne de büyük acılar çektirmişti. Sabahın o serin ayazında Kebîr esmasının kanatları altında kendini bu kadar huzurlu hissedebileceğini tahmin bile edemezdi.
İlk yorumu siz yazın