Zaman üç boyutlu bir sessizliktir

Nedir zaman? Nedir hayat? Nedir ölüm? Nedir acı?

Mount Pleasant Road’ta uzun uzun yürürken; aklımın içindeki seslerle açık oturum düzenliyordum.

Gece yarısı dallar rüzgârla oradan oraya savrulurken; ben kutup yıldızı, kutup ayısı ve π  sayısı ile baş başa kalmıştım Londra’nın o soğuk havasında.
Biliyorum sizin de yerçekimsizlik zamanını aradığınızı…

Zaman denilen kavram neden bu kadar önemliydi? Yıllardır insanlar onca şey söylemişlerdi zaman mevhumu hakkında.

Peki, neydi gerçekten o? Kuvve-i hafızam levh-i mahfuza işaret ederken, ben zamanın o eşsiz sularında yürüyordum.
Gökyüzünde ufo bekleyenler gibi zaman hakkındaki o ‘esir’in sırlarını arıyordum… Önümde Risale-i Nur açıkken her şey çözülüyordu. Ama ben yine korkuyordum kaybolmaktan.

Sığamıyordum zamana… İnsan olma muamması ve ölüm… Ölümün yaşı yoktu Dürrüşehvar! Kulağımda Jackson C. Frank’in o sevdiğim şarkısı çalıyor:

I want to be alone

I need to touch each stone

Face the grave that I have grown

I want to be alone

Şehrin ağır ağır titreyen iç organlarını ameliyat etmek isterken bir ses beni durdurdu:

Hayat dediğimiz o gerçek kargaşanın adı neydi?

Londra’nın o kasvetli sokaklarında yürüyordum. İslam gerekti bu sokaklara… İmansız bir İslam yaşanırken İngiltere’de, Türkiye’de İslamsız iman yaşanıyordu sanki. Türkiye ne zaman demokrasiye kavuşacaktı?
Her şeyi kapitalizme bağlayan o saçma gazeteleri okumak istemiyordum artık. Ruhum bir değişim istiyordu. Ölüm her yerdeydi! Eşyanın sırrını anlamak mümkün müydü? Zaman denilen o mevhum mutlu olunca durmaz mıydı?

Mutsuz olduğumda saatin akrebiyle yelkovanı telaşla birbirini kovalasalar ve zaman çabucak aksa…
Hep bunlar ebed isteğiydi ruhun…

Düşünceler neden kurşun geçirmezdi? Bu klişe cümleler okuduğum o yığın kitaplardan dolayı mıydı; yoksa Londra’da girdiğim bir kilisede bana hüzünle bakan ihtiyar teyzenin mahmur gözlerinden dolayı mı?

Aklımın ordularını toplayıp, nefs-i emmareme savaş açarken, apartmanın merdivenlerini silen Zahide Teyze’nin sıcacık gülüşü ısıtıyordu yeryüzünü.

Ben yazıma yeni bir metafor ararken, insanlar telaşla işlerine gidiyorlardı… Kimi yeni doğan çocuğunun emzik markasına karar veremezken; öteki okula henüz başlayan çocuğuna nasıl harçlık vereceğinin tasası içerisindeydi. Zaman akıyordu…

Ah ‘ebed ebed’ diye bağırmaktan sesi kısılan yüreğim! Sen ne kadar da tembelleştin öyle…

Neden kelimelerle düşünür insan?

Hatrımdan hiç çıkmayan Mevlana’nın o güzel sözünü aktaracağım yine:
Ancak fikirdir varlığın; gerisi et ve kemik bir yığın…
Yine 90 yaşında bir çocuk gibi hissediyordum kendimi…
Londra’nın arka sokaklarında yürürken sessiz adımlarla, insanların o anlam veremediğim telaşını izlerken; eşyaların içine sıkışmış o büyülü ve şiirsel zamanın varlığını hissediyordum yüreğimde.

Hayat denilen o gizli geometrinin içinde yuvarlanırken, spastik çocuğunu hastaneye yetiştirmeye çalışan Emine Teyze’nin acısını hissediyordum içimde.

İki kolu birden doğuştan olmayan 5 yaşındaki Haydar geliyordu aklıma, İstanbul’da Haseki’de tanıştığım.
Haydar kadar mı büyüktü dertlerimiz? Onun o temiz ve masum yüreğinde sessizce yaşadığı acı bizim küçücük dertlerimiz kadar mıydı?

Vücudum, tüm irrasyonel sayıların toplamının bir eksiği gibiydi.

Ne yapıyorduk biz, küçücük akıllarımızla dünyanın merkezine koyduğumuz kendimizi? Hiç seyrettik mi dışarıdan?
Seven Sister’s durağında otobüsün gelmesini beklerken zamanın gizli simetrisine yelken açmak istiyordum.
Zaman sayısız anların bir birikmesi miydi? Yoksa bütün zaman bir tek andan mı ibaretti.
Kederli sokaklardan geçiyordum.

Ölülerin canlılar için kurdukları mezarlıklarda dolaşıyordum.
Her bir genç birer Christpher Mccandeles olabilecekken, bomboş bir hayat geçirip sıradan bir insan oluyordu.
Ne kadar da acı… Hâlbuki Neydi ilk emir? Oku değil miydi? Neden kimse okumuyordu?
Bugün Harvard University’de, University of London’da; Bediüzzaman, İbn-i Haldun tartışılırken, ülkemde bu isimleri ilk defa duyan akademisyenler vardı.

Bu nasıl bir cehaletti?

İngiltere’de Oxford University dâhil bütün üniversitelerde mescid varken, benim ülkemin rektörleri okulda mescid olmasın diye direniyordu. Bu rektörler hiç mi yurt dışına çıkmamıştı? Aklım almıyordu. Cehalet olmalıydı bu hastalığın adı.

Bediüzzaman’ın dediği gibi, cehaletti en büyük hastalıklarımızdan biri.
Sabırlı ağaçların o şiirsel musikîsini dinlerken; kendimi bulmaya çalışıyordum.
Kendi zamanıma çekidüzen verip koyuldum yola. Okula gittim. Her ırktan insan birbirleriyle tesanüd içinde yaşıyordu burada, Londra’da. Mutlu oldum.
Kimsenin beni görmeyeceği bir yere gitmek için yola koyuldum, rüzgârın dedikodu yapmayacağından emin olduktan sonra deli gibi koşmaya başladım.
136

Tıpkı bizler gibi nesnelerin de hafızası var mıydı?

Geometrik dünyaya; güneş pırıl pırıl odamın penceresinden doğmaktaydı.
Sabırlı ağaçlar ve öfkeli kuşlar dinliyordu yine usanmadan zamanın o eşsiz sesini.
Siz sessizlikle konuşmak nedir bilir misiniz?
Bir kitapta diyordu , “Zaman ihtiyar bir gürültüdür.”
Kendimi hayalimde dışarıdan görmeye çalışıyordum. Yüreğim mantıksız bir mantığın içinde boğuluyordu sanki.
Ayaklarımın mekanik hareketlerle bir inip bir kalktığını hissederken, zaman denilen o mevhum akıp gidiyordu.

Yine Mevlana’nın o çok sevdiğim sözü çınladı kulaklarımda:

“Ey gönül ne tuhaf değil mi? Bütün bir ömür, sana şah damarından yakın bir sevgiliyi aramakla geçiyor.”

Evet, aramakla geçiyor Seni Rabbim…
Neydi insanoğlunun bitip tükenmek bilmeyen bu tüketim hırsı Schopenhauer?

Sen ne demiştin kitabında:

“İnsanlar kendi bilgisizlik ve cehaletini örtmek için pahalı elbiseler ve eşyalar kullanmak isterler. Çünkü bilgisizliklerini başka türlü örtemezler.”

Ya Socrates ne demişti:

Bir gün satılmak için sergilenen pahalı mallara bakarak: “Gereksinmediğim ne çok şey var.”

Neydi bu tüketim çılgınlığı?
Tüketim çılgınlığı da nereden çıktı Dürrüşehvar?
Zaman mevhumu diyorduk, özür dilerim…
Zaman okunmayı bekleyen bir kitap mıydı?
Tüm bu düşüncelerin annesi gibi hissediyordu kendini Dürrüşehvar.
Demek ki üç boyutu hiç anlayamadan; zaman denen o esirde yuvarlanıp, çalkalanarak gidiyordu insanoğlu sessizce.

Evet, zaman üç boyutlu bir sessizlikti…

 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*