Kronometreye bastım, aman yâ Rabbi… Saniyeler mi, saliseler mi… Uçuşup duruyor önümde; bakmaya korkuyorum.
Neydi zaman? Ne bileyim ben! Şimdiye kadar bir tarifini yapamadım. Alnıma vurup vurup geçen rüzgâr gibi… Savrulan bir harman gibi…
Tâ çocukluğumdan hatırlıyorum: Çiftçilerin savruluşlarını, çiftçilerin harmanları savuruşlarını…
Harmanlar savrulmuyordu aslında. Savrulan; çiftçilerin o ağaran saçları, alnındaki kırışıklıklarıydı. Bir de; çocuklukları gençliğe, gençlikleri ihtiyarlığa, ihtiyarlıkları ölüme savruluyordu. Ben de nerden nereye geçtim; zamanı anlatırken; tâ çocukluğuma, tâ savrulan harmanlara… (savrulmuşum.)
Zaman ve harman kelimesi nedense bana çok yakın geliyor.
Zaman harmanları, harman zamanları… Ne bileyim, her şey bir şeyi; bir şey her şeyi savurup duruyor. Zaman mıydı! Saat miydi! Vakit miydi! Ân mıydı! Başka kelimeler var mı! Var, var. Onlara girmeyeceğim. Dedim ya sözlüğe bakacaksınız. Biz tefekkürün, o ince adreslerine acaba bir yolculuk yapabilir miyiz, bir kapı aralayabilir miyiz, diye buralardayız.
Ân…
Zamanın en küçük birimi deniyor. Öyle anlatıyor sözlükler. Ara sıra sözlüğe bakacak olursak… Ki belki de sık sık bakmalıyız.
Zamanın en küçük birimi: Ân… Şöyle yapalım mı bunu: Zamanın en büyük dirimi, dirilişi…
Ânlarda doğuyoruz, ânlarda ölüyoruz. Ânlarda gülüyor, ânlarda ağlıyoruz. Bir ân sarsılıyoruz. Bir ân sarıyoruz. Bir ân bırakıyoruz.
“Hüsn-i ân” diye bir şey duydunuz mu? Ân güzelliği… Haydi, güzelliği sen de an… Yok, yok! Sadece bir kafiye değil bu. Bir hafiye; bizi takip eden…
Zaman, ân; kaçıp kaçıp gidiyorlar. Hangi birini yakalayacaksın! Çocukluğumuzun, gençliğimizin hangi birisi elimizde! Yok, yok! Zamanı tutamıyoruz. Ama zaman bizi tutup tutup çekiyor. Yakama yapışıyor, saçlarımı tutuyor, yoluyor. Bir yola yordama getiriyor beni. Gençliğimin o kızgın ânları nerde! Kime kızardım hem; ne bileyim! Geçen zamanlara mı! Uçan zamanlara mı!
Zaman beni bir yerlere getiriyor; zaman beni bir yerlere götürüyor.
Hey gidi günler hey, deriz ya… Neye deriz? Ne bileyim; geçen zamanları anıp dururuz. Yaşlanmakmış; anmak, bir anlamda; hatırlamak yani… Neden hatıralarını, hatırladıklarını sık sık yazar, yazarlar? “Yazmaz”lar da yazsın. Herkes anlı şanlı “yazar” olamaz, ama yaz’ar olur; yazmaya başlarsınız. Zamanı belki biraz tutarsınız. Zaman tu tu tuu tuuu tutulası bir şey bak! Bu kekemeliklerimize ne demeli! Su gibi akan zamanlar… Zaman hiç kekeme değil; akar, akar, akar…
Size bir şey diyeyim mi, diye başlanır ya hani! Çok dikkat kesilirsiniz.
Ya, işte, zaman sürekli bir şeyler söylüyor; yaka paça ediyor bizi ha! Nereye kaçacaksın ki! Hani derler ya, adamı yaka paça götürdüler. Yakasından paçasından yakalarlar ya!
Yok, yok! Zaman işte bütün bunların ötesinde akıp gidiyor; ister kekeme olun, ister su gibi akın… İsterseniz aynalara bakın, bakmayın… İsterseniz kendinizi sakının, sakınmayın… Zaman sizi hiç sakınmadan yakalar.
Yaka’dan geliyor yaka’lamak. Yakasından tutulunca bir yere kaçamaz ya insan! Zaman aslında bizi böyle yakalıyor. Hep gözlerimizin içine bakıyor. Tıpkı bir ayna gibi, sizden yardım isteyen çocuk gibi, dilenci gibi, ölmek üzere olan bir hasta gibi… Hep size “Haydi ne yapacaksan yap!” diye bakıyor; zaman bu; aman vermez. (Zaman ne yaman!) Akıp geçiyor. Sudan hızlı… Uçurumlardan, dağlardan, yarlardan daha, daha, daha hızlı… Çarpıp çarpıp suratımıza: neleri, bir şeyleri, her şeyi… Belki de yumuşacık dokunarak ve okunarak geçiyor; okuyabilirsek…
İnsanın zamanı okuması; kendini okumasıdır. Zamanı, saati, vakti, ânı kolumuza, kulağımıza takalım. Hele kalbimize hepten geçirelim. Zamansız bir ân yok. Biz ânsız mı yaşıyoruz ne! O yüzden “ansızın” ölüyoruz belki de! Ansızın öleceğiz. Zaten biz “ansızın” yaşıyoruz. Yani bir an; her şeyin içine dolduğu…
Anladım; yakaladım demekmiş. Ân güzelliği neydi? Güzelliği ân! Ân güzelliği… O an; yakaladın, yakaladın. Yakalandın, yakalandın. Yoksa kaçıp gidecek bir şeyler. Senden kaçacak ha… Belki çok şey kaçıracaksın o ân; belki çok şey yakalayacaksın! Hep tık tık işleyen bir zaman var; duysan da duymasan da. Gece vakti saatlerin çıt çıtını daha iyi duyarsınız. Size zamanın masalını; masalın zamanını anlatır. Tıpkı bir oyun gibi diyecektim de; biz “zamansızlık” oyunu oynuyoruz. Zamanla oynuyoruz, ama zamanla anlayacağız; zamanla oynanmayacağını!
“Zaman’la nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam; ben değilim!” demiş ya Cahit Sıtkı. Evet, her “zaman” bir ayna… Değiştikçe değişen… Ve sen şu ân zamanın “hangi” aynasındasın?
Giderken beni karanlığa terk etme; o kelimeyi söyle: Allah’a ısmarladık…
(Hafta içi her gün saat 18:00’de İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)
İlk yorumu siz yazın