Çocukluk

Duyuyor musunuz?

Bunlar çocukluğumun sesleri… Hiç misket oynadınız mı demeyeceğim. Oynamışsınızdır. Oynamadık demeyin. Misketin yanında bir de gazoz kapaklarımız olurdu. “Aşık”larımız olurdu.

Koyunun bacaklarından çıkan küçük bir kemik… Bir kemikçik diyelim yani. Onları dizerdik. Hani, unuttuğumuz oyunlarımız… Sonra büyüdük; çok büyüdük. Oyunları/mızı unuttuk. İşte bu sesler çocukluğumun sesleriydi. Duyuyorsunuz değil mi? Çocukluk sesleri…

Geçenlerde bir çocukla misket oynadım. Bilye diğer adı. Meşe de deniyormuş onu da yeni öğrendim. Ama biz misketi biliyoruz, bilyeyi biliyoruz. Anadolu’da “bilya” derdik hattâ.  Kendimize göre kelimeleri değiştiririz ya… İşte bilye, bilya, misket, meşe…

Çocukluk; oyunla “çocuk” olur. Neden çocukluğu özleriz? Yalansızlık var orda. Orda bir zamansızlık var. Orda işte bu güzelim sesler var. Daha sonra stres topları… Nedense biz unuttuğumuz şeyleri tekrar hatırlayarak; kendimizi bulmak istiyoruz. Bu sesleri duymak istiyoruz. Bu sesçikler, bu çocukluk fotoğrafları, bu çocukluk besteleri kaybolmamalıydı!

Az önce radyo binasının penceresinden dışarıya baktım. Binalar, binalar, binalar… Bu binalar dün yoktu. Çocukluğun bütün oyunlarını, çocukluğun bütün seslerini kesmek mi istiyoruz yoksa?! Eğer oyunlarımız elimizden alınırsa; ömür boyu kavgaları, savaşları “oyun” zannederiz bu sefer! Acaba diyorum; bu çıkmazında dünyanın -haydi çok da ümitsiz etmeyeyim sizi; aslında hiç ümitsiz etmeyeyim- bu gürültünün ağında, unutulan çocukluğumuz; acaba kavgalar (dövüşler) gibi bize (geri) dönüş yapmasın!

Çocukluğumuzu yaşamadığımız, yaşayamadığımız için mi oluyor tüm bu gürültüler, demekten kendimi alamıyorum. Sahi biz çocukluğumuzu unutarak neyi hatırlayabiliriz ki?!

Çocuklar, çocukluk, çocuk…

Saflık demek… Temizlik demek… Yalansızlık demek… Anne kucağı… Şefkatin ülkesi…

Biz çocukluğun adresine geri dönmeliyiz. Ne kadar unuttuk o eski dar sokakların tadını. Şimdi kocaman caddelerimiz var. Otobanlarımız var. Ekmeği tuza banıp yerdik, ama otobanların neyi, nereye “ban”dığını ben anlamış değilim. Bir yerlere gidiyoruz da… Kendimizi epeyce terk ederek… Yalnız kalma pahasına… Belki de yalnızlığın o uçurumuna; çocukluğumuzu terk ederek gidiyoruz.

Çocuk kitapları çok yok, diye yakınır dururuz arkadaşlarla. Bir kısmı tercümeymiş. Çoğu tercüme… Boyama kitaplarından masallara, hikâyelere kadar… La Fontaine masalları diyoruz. Bizim masallarımız var; La Fontaine masallarından daha çok. Okuyun okumayın tartışmasında değilim. Ama biz o masallarda yaşardık çocukluğumuzu.

Masallar bizi bize çağırır; çocukluğumuzun o saf ülkesine… Masal,  mesel, misal, mesela, temsil… Hep birbirine göz kırpan kelimeler… Aslında “bu şekilde” çocukluğumuz olsun diye anlatılmış o masallar.

Döneceğiz, çocukluğumuza geri döneceğiz… Yıldızları seyrederek masallar dinleyeceğiz.

Şimdi anaokulları var. Daha sonra 4+4+4 diyen; dert+dert+dert diyelendiğim okullar var. Anaokulu… Evdeki ananın, babanın okulu ne halde; onun farkında mıyız?  Çocuğumuzu anaokuluna veriyoruz da hangi kalbin o kalbe değebileceğini kestirebiliyor muyuz?!

Çocuk annesini arar. Çocuk annesinin kalbini arar. Annesinin kokusunu arar. Annesinin dokunuşunu arar. Ki benim rahmetli annemin elleri, hâlâ saçlarımın üzerinde gezinir durur; yumuşacık… Cennetten inen bir el gibi… Yok yok, gibisini de kaldırdım; cennetten inen el… Gözlerini gözlerime dikerdi. Benden daha fazla çocuk olurdu. Bana beni çağırırdı. O gözlerinden inen şefkati gördükçe kendimi bir daha severdim.

Çocukluğu kaybettik, anne şefkatini kaybettik, diyerek hayıflanmayacağım. Tekrar dönebiliriz bu seslere, tekrar bu heveslere dönebiliriz.

Biz çok büyüdük; aman kaçalım çocukluğumuzdan diyerek nereye?!

Çocuk olma, deriz. Çocuk ol, diyorum ben de. Çocukluğu bırak, deriz. Çocukluğu bırakma, diyorum ben de. Çocuk çocuk konuşma, derler. Ben de: “Ey çocuk, çocuk çocuk konuş!” diyorum.

İnsanın kalbi her an çocuk olsa gerek. Birçok yanlışa kalbiniz “hayır” diyorsa, siz hep çocuksunuz demektir. Kalp büyür mü? Büyümez, büyümez. Kalbin büyümesi iyi değildir. Ameliyata alıyorlar; kalbimiz büyümesin; çocuk kalsın diye(!)

Sadece dönüp bakabilirsek orada çocukluğumuzun şefkatli kolarında buluruz kendimizi. Aklımız çok “büyüyor” herhalde! Çık, çık diyor; çık şu çocukluktan; gel diyor, büyü artık. Hayır, ben çocukluğun büyüsünden kurtulmayı düşünmüyorum, diyenlere ihtiyacımız var.

Masallara ihtiyacımız var, bilmecelere ihtiyacımız var. Biz, çocuk heveslerin, o çocukça bakışların, o çocukça yalvarışların sonsuz bir dua olduğunu bilsek; orada; orda kaybolacağız. O çocuklukta kendimizi bulacağız.

Giderken beni karanlığa terk etme; o kelimeyi söyle: Allah’a ısmarladık.

 

(Hafta içi her gün saat 18.00’de İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan  “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)

 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*