Her nefeste bu yazıyı hatırlayın

Selamlar Genç Yorum’un “Yeşil” okuyucuları…

Bu ay hava kirliliği ile ilgili gerçekleri konuşalım istedim. Ne yazık ki biraz canımızı sıkacak. Çok keyifli bir anınızda elinize aldıysanız dergiyi, yanlış sayfadasınız. Geriye kalanlar! Bu yazıyı okumaya niyetlendiyseniz bravo.

Mü’min keyfini kaçıracak gerçeklerden kaçmak yerine, çözüm düşünmeli ve “bunu nasıl negatiften pozitife çevirebilirim”i araştırmalı. İşte bu düşünce ile yola çıktım. Haydi, beraber düşünelim.

Öncelikle, hava bizim için neden önemli? Ee, her saniye içimize çekiyoruz değil mi? Biz ne kadar sağlığımıza dikkat edersek edelim, soluduğumuz hava zehirli gaz içeriyorsa –gaz maskesiyle dolaşamayacağımızı düşünürsek– zehirleniyoruz demektir. Zehirli gazların varlığının tek sebebi de insan diyebiliriz maalesef. Bugün bilinen en toksik gaz olan dioksinin fabrikalar kurulmaya başladıktan sonra fabrika bacalarından çıktığını biliyor muydunuz? Evet, insanoğlu üretimi havaya, suya, toprağa zarar vermeden yapabilseydi, bugün dioksin diye bir zehirli gazla mücadele etmek zorunda kalmayacaktık.

Havayı kirleten en önemli unsur da ne yazık ki her yıl daha çok artan ve yatırımları desteklenen termik santraller… Nüfus arttıkça enerji ihtiyacı artıyor, enerji ihtiyacı artınca da termik santral kuruluyor, termik santraller ve kurulan sayısız fabrikalarla hava kirletiliyor, kirlenen hava insan hayatı kalitesini düşürüyor ve erken ölümlere sebep oluyor. Erken ölümlerle ve hava kalitesinin doğurganlığı olumsuz etkilemesiyle birlikte nüfus azalıyor. Avrupa’da olay bu şekilde gelişti ve Pekin’in 68 ülkeden 8028 tane ölçüm merkezinden topladığı veriler şunu gösteriyor ki, başta İstanbul olmak üzere, Türkiye’deki birçok il Avrupa’nın tümünden daha kirli havaya sahip.

Şimdi şöyle, az önceki zinciri takip edebildiniz mi bilmiyorum, ama nüfusla birlikte enerji ihtiyacının artmasıyla termik santrallere başvuruluyor. O zaman halkanın başına bir çözüm bulmak lâzım gibi geldi bana. Nüfus artacak belki yine, orası benim uzmanlık alanım değil, ama şundan eminim ki, doğan herbir bireye “ihtiyacın kadar” kavramı öğretilmeli, ihtiyaç kavramı üzerinde durulmalı. Bakın, yeni fabrikaların kurulmasının sebebi bizim daha çok talep etmemiz. Peki, daha çok olsun dediğim şey olmasa ne olur?

Marketten aldığımız bir sakızın, eskidiği için yenilediğimiz bilgisayarın, Instagram meşhurları takıyor diye aldığımız şalın, hatta yediğimiz ekmeğin bile havayı kirlettiğini hiç düşündük mü? Tüm bunlar bize gelene kadar ilk olarak üretimi esnasında fabrika bacalarının emisyonuyla havayı kirletiyorlar, daha sonra ambalajlanıyor, ambalaj fabrikası da ayrıca kirletiyor. Ardından mağazalara, marketlere dağıtılmak için ulaşımda egzozlarla biraz daha havayı kirletiyor, mağazalarda sırf sen al diye binbir takla atılıp gerekli gereksiz bir sürü ışık yakılıyor, biraz da o elektriğin geldiği termik santral kirletiyor. Sen satın alıp eskidiğine inandın ve çöpe attın. Attığın şey her neyse, bozunma esnasında yine havayı kirletiyor. Ve sonra biz dönüp o havayı soluyoruz, içimize çekiyoruz. Ve beraberinde bir sürü kalp damar hastalıkları, solunum yolu hastalıkları, cilt bozuklukları… Temiz havada büyümüş, yaşamış insanların ciltlerindeki berraklığı İstanbul’da kaç kişide bulabiliriz? Bir düşünün bence.

Velhasılı kelâm dostlar, soluyabileceğimiz başka bir hava yok ve biz günde 10.000 litre havayı ciğerlerimize çekiyoruz. Günde 1,5–2 litre su bize yeterken hava için 10.000 litreden bahsetmek lâzım. Bu yüzden yeşil insan olmak gerek, yeşil yaşamalıyız. Nedir yeşil yaşamak? Olabildiğince az tüketim, kanaat…

Her nefeste bu yazıyı hatırlamanız dileğiyle. Yeşil günler…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*