Din hayattan koparır mı?

“Gençliğini eğlenmekle tüketen,
ihtiyarlığını ağlamakla geçirir.”
(Ali Fuat Başgil)

Hayatının baharını yaşayan gençlerden bazıları, şöyle bir ikileme düşüyorlar: “Acaba dinin şemsiyesi altına girersek, hayatın zevk ve lezzetlerinden uzak kalır mıyız?” Gençler için çok önemli bir soru bu. Çünkü sonuçta bir tane ömürleri var ve onu da doğru hesaba yatırmak istiyorlar. Kendi keyiflerine göre bir hayat sürmekten neyin uğruna vazgeçecekleri, burada esas kriteri oluşturuyor.

Bu bağlamda, gençlerin aklını çelen bazı “din algıları”ndan söz edebiliriz. Meselâ, toplumda oldukça önemli bir kesim, din denince “münzevî” bir hayat tarzını anlıyor. Batı’da “ruhbanlık” olarak bilinen bu hayat tarzı, insanın belli bir aşamaya ulaşması için çile çekmesinin şart olduğu ve bunu ömrünün sonuna kadar devam ettirmesi gerektiği inancına dayanıyor. Bu inanca göre, ruhu yüceltmek için bedeni küçümsemek ve âdeta yok sayarcasına ona eziyet etmek şart.

Bilindiği gibi Doğu’da Budizm, Batı’da ise Hıristiyanlık bu anlayışın ana temsilcileridir. Her ikisine göre de, iyi bir dindar olmak için bedeni yok sayarcasına aşağılamak gerekiyor. Öyle ki bazı Budist metinlerde, iyi bir dindarın oturduğu yerde etrafını sarmaşıklar saracak kadar bedenini unutması gerektiği ifade edilirken; Hıristiyanların geçmiş tarihlerinin büyük bir bölümü, din adamlarının toplumdan uzak yaşadığı manastırlara dayanıyor. Sümela Manastırı gibi, toplumdan uzak dağların yüksekçe yerlerine yapılan bu mekânlarda, evlenip çoluk çocuğa karışmak yasak olurken, az yemek, az uyumak, sürekli dua etmek ve lidere (papaza) kayıtsız şartsız itaat etmek de zorunluydu.

Şimdi beraberce düşünelim. Eğer dindar olmak böyle bir şeyse, yani böyle bir hayat yaşamak anlamına gelecekse, bugünün gençleri elbette bir duraksama yaşayacaklardır. Ve bu, son derece doğaldır. Aslında burada cevaplanması gereken soru şudur: Acaba dindar olmak gerçekten böyle bir şey midir? Yani, inziva hayatı dinin ayrılmaz bir parçası veya ana omurgası mıdır?

64

İslâm tarihine baktığımızda, inziva hayatının dinin ana omurgası olarak kodlandığını görmüyoruz. Hatta, İslâm’ın ana kaynaklarına baktığımızda bunun tam aksine bir durum söz konusudur. Hz. Peygamber (asm) ile üç sahabi arasında geçen şu olay, bu meselede yoruma açık bir nokta bırakmıyor:

Ashabdan üç kişi, Allah Resulü’nün nafile ibadetlerini öğrenince, bunu azımsamış ve bu durumu Allah Resulü’nün geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlanmış olmasına yormuşlar. Kendilerinin böyle bir “ayrıcalığa” sahip olmadıklarını düşününce de içlerinden biri, “Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece namaz kılacağım” demiş. Diğeri, “Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim” demiş. Üçüncü sahabi de, “Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim” diye söz vermiş. Ardından, bu sözleri işiten Peygamberimiz, arkalarından yetişerek: “Şöyle şöyle diyen sizler misiniz?” diye sorup “evet” cevabını aldıktan sonra, şu veciz uyarıyı yapmıştır: “Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Evleniyorum da. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.” (Sahih Buhari, Nikâh, 67/1 (I; 16)

Bu hadîsten de anlaşılacağı üzere, İslâm Hıristiyanlığın ve Budizmin ruh için bedeni yok sayma yanılgısı konusunda çok dikkatlidir. Hz. Peygamberin (asm) sözleriyle, deyiş yerindeyse, bize insanın bedenini ilânihaye yok sayarak, toplumdan uzaklaşarak ve âdeta hayattan koparak, bir meleğe dönüşemeyeceği anlatılmış oluyor. Oysa inziva hayatını yüceltenler, insanın manevî yükselişinin ve Allah’a yakınlaşmasının, ancak bedenin ve onun ihtiyaçlarının kesin olarak ve devamlı bir surette red edilmesiyle mümkün olabileceğini varsaymışlardır.

Buradaki hatanın esas kaynağı, inziva hayatını yüceltenlerin, insanın ulaşabileceği en yüksek makamı “meleklik makamı” olarak görmeleri ve bu nedenle nefis ve bedenden kurtulmak istemeleridir. Hâlbuki İslâm itikadına göre, nefis ve bedenin arzularına—onların iç dünyada oluşturduğu baskıya—rağmen insan, ahlâkî davranışlar ortaya koyabilirse, meleklerden bile daha üstün bir makama yükselir. İşte bu nedenledir ki, İslâm geleneğinde nefsi öldürmeye azmetmiş kurumsallaşmış ve ömürlük süren bir inziva, yahut uzlet hayatı, dinin anayollarından birine dönüşmemiştir—insanın nihaî hedefi melek olmak şeklinde belirlenmediği için.

Bununla birlikte, İslâm’da beden ve ruh ilişkisinde, bedenin ruh üzerinde hâkimiyet kurması da doğru görülmediğinden, bedenî ihtiyaçların ve nefsin süflî arzularının ruh ve iradenin kontrolü altında tutulmaları daima önemsenmiştir. İşte Ramazan’da bir ay boyunca oruç tutulması, yine Ramazan’da itikâfa girilmesi gibi riyazetler ya da kısa zamanlı uzletler, “nefis terbiyesi” adı altında nefsin dizginlenmesi hedefine matuf olarak dinimizde yer almıştır. Nefsin dizginlenmesi ise, hiçbir zaman nefsin öldürülmesi ve kişinin hayattan kopması anlamına gelmez.

O halde, bugünün gençleri İslâm’ı değerlendirirken onun münzevîliği yüceltmediğini, yalnızca nefsin arzularını meşru şartlar çerçevesinde karşılamayı öngördüğünün farkında olmalıdırlar. Diğer bir deyişle, İslâm keyif dairesini “helâl dairesi” olarak tespit etmiştir ki, iyi bir gözle bakılırsa, aslında bu dairede olmayıp da, haram dairesinde yer alan hiçbir zevk yoktur. Haram dairesine aitmiş gibi gözüken aşırı zevkler ise, insanın gözünü aldatan serap nevindendir. O haramlara yaklaşanlar, her zaman zevk yerine acı ve elemle karşı karşıya kalırlar.

Şayet gençler ihtiyarlık günlerini ağlamakla geçirmek istemiyorlarsa, gençliğini eğlenmekle tüketmek yerine, bir an önce İslâm’ın helal saydığı dairedeki bu keyiflerle iktifa ederek ruh ve iradelerini Kur’ânî hükümlere teslim ettikleri bir hayata yelken açmalıdırlar.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*