Gerçek medeniyeti kuran, Kur’ân’dır

Hz. Peygamber (asm), elinde Kur’ân’ın ilk ayetleri ile dünya semasında bir güneş gibi tulû ettiğinde, aslında İslâm medeniyetinin tesisine de başlamış oluyordu. Evet, İslâmiyet bir medeniyet inşâsıydı. Lakin bu medeniyeti tesis ederken önce insanı imar etmeliydi. Zira İslâmiyet insâniyet-i kübra demekti.

Önce çok zalim ve çok cahil olan insanın zulüm ile kararan kalbini Kevser suyuyla yıkayacak, ardından onun gaddarâne tavrını birden melekâne bir surete tebdil edecekti. Ne de olsa hak gelince batıl zayi olmaya mahkûmdu.

Amenna, fakat bu değişim nasıl sağlanabilirdi? Çünkü biliyoruz ki; yüzer filozoflar câhilîye devrine gitseler ve orada yüz sene çalışsalar dahi Hz.Peygamber’in (asm), o zamana göre bir senede yaptığı işin yüzden birisini yapamazlardı. Demek Rasulullah’ın (asm) elinde öyle mu’cizeli bir kitap vardı ki o filozofların cümlesini âciz bırakmaya kâfiydi. Doğrusu öyle de oldu; yüce kitap Kur’ân, yürüyen bir Kur’ân’ın (asm) elinde, bakırı altına dönüştüren simyâ gibi tesir ederek bedevîleri, model insanlar haline getirdi.

Bundan kelli iş; böylesi değerli fertlerden müteşekkil olan İslâm toplumunu, ne Rum’a ve ne de Acem’e ait olmayan, fakat nev-i şahsına münhasır kültürel, ilmî, adlî, idarî, askerî, mimarî ve edebî bir kimliğe büründürmeye kalıyordu. Bu ise ancak Kur’ân’ın hükümlerini gözetme ile mümkün olabilirdi. Çünkü Kur’ân hakikatleri hareket tarzı olarak seçildiğinde ancak medeniyetin inkişaf edeceği görünüyordu.

Bu sebepten ötürü Hz. Osman (ra), Kur’ân’ın sayısını çoğaltıp Mekke, Basra, Küfe, Şam, Yemen ve Bahreyn gibi şehirlere birer nüsha göndermiş ve “İmam Mushaf” denilen nüshayı da Medine’de vâhid-i kıyâsî olarak bırakmıştı. Bunun mânâsı ise: “Her nerede bulunursanız bulunun, ferdân ve cem’an Kitâbullah’a uyun, onu yolunuza rehber edinin, kuracağınız medeniyete mihenk yapın” demekti. Ne de olsa şu büyük inkılâbın temel taşlarının sağlam olması gerekliydi.

İslâm’ın başşehri olan Yesrib’in adı medenîleşmenin sembolü olarak Medine adını almıştı. Bir ayetini işitmekle bedevîleri belâgatine secde ettiren ve belâgat imamlarınca yüksek üslûbu ile nazmına yetişilemeyeceği itiraf edilen Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyân’ın verdiği fetih duygusu ile rengârenk sünbüllenen İslâm memleketi ve medeniyeti Fustat, Bağdat, Basra, Kûfe, Samarra, Kurtuba ve Gırnata gibi kendi şehirlerini kurmaya da başlamıştı.

Hulefâ-i Râşidîn döneminden sonra Emevîler, Abbâsîler, Memlûklar, Zengiler, Eyyûbîler, Selçuklular ve Osmanlılar gibi İslâm medeniyetinin zirvelerini temsil eden nice devletler birbiri ardınca vücuda gelmişti. Devletler fetihlerle kuruluyor; kervansaraylar, medreseler, hânkâhlar, kütüphaneler, câmiler, köprülerle imar ediliyor; muhtelif ilim dallarında telif edilen binlerce cilt el yazması ile terbiye ediliyor; adlî, idarî, askerî pek çok yeni düzenlemelerle tanzim ediliyor ve batının ortaçağ karanlığına inat aydınlık yarınlara yelken açılıyordu.

İslâm coğrafyasının genişlemesiyle birlikte farklı kültürlerle temas edilmesi neticesinde; Müslümanların sair kültürleri öğrenme merakı ve Kur’ânî öğretinin o kültürlerin fikrî ürünlerine üstünlüğünü ispatlamak gayesi, o kültürleri tanımayı da gerekli kılıyordu. Bu sebeple; Emevîler döneminde başlayıp ve ardından Abbâsîler devrinde kurumsallaşarak Beytü’l-Hikme adı verilen araştırma merkezinde devam eden Grekçe, Hintçe, Farsça ve Latince gibi dillerden Arapça’ya çeviri faaliyetleri meydana gelmişti. Bu çeviriler sayesinde Batılılarca unutulan Platon, Aristo, Sokrates, Pisagor, Öklid ve Hipokrat gibi antik Yunan mütefekkirlerine ait kitaplar yok olmaktan kurtulmuş ve Batılılar, Arapça çevirisinden okudukları bu eserlerle Rönesans denilen Avrupa aydınlanmasını başlatabilmişlerdi. Bu mânâda “Birinci Avrupa, Müslümanlara çok şey borçludur.” denilebilir.

Bahsi geçen bu ihtişamlı geçmişimizden, bugünkü halimize düşmemiz ise Kur’ân’ı yeterince anlayamadığımızın neticesidir. Çünkü bizi Bedevîlik gibi bir kuyudan alarak medeniyetin harikulade tepelerine çıkaran Kur’ân hakkında, Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi’nde sorulan: “Kur’ân nedir, tarifi nasıldır?” suâl-i azîmini kendimize bir türlü soramadık. Kur’ân’ın sadece mahfazasının nakşına, sayfalarının yaldızına, kitâbetinin hattına ve kıraâtinin ahengine hasr-ı nazar etmekle iktifa ettik, hata ettik.

Ne dersiniz Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyân’ı daha iyi anlamak, düştüğümüz yerden kalkmak, dünyada ve ahirette mutlu olmak için Bediüzzamân’a kulak verme zamanı henüz gelmedi mi?

 

Çizim: Neslinur Bilge

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*