ANADOLU

Anadolu’ya gittim. Anadolu dediysem doğduğum yere… Dünyaya gözümü açtığım yere… Dünyaya göz açıyoruz, ama dünya bize göz açtırmıyor. Haa, hayattan şikâyetçi miyim? Hayır! Dün birisi telefonda dedi: “Şundan bundan şikâyet ediyorsun.” Dedim ki: “Hayır. Şikâyet etmiyorum; doğruları yanlışları söylüyorum. Hayatı seviyorum.”

Her neyse Anadolu’ya gelelim. Hani askerler savaşa giderken susamışlar ya “Ana doldur, ana doldur” diye. Anadolu’nun oradan geldiği söylenir; ne bileyim. Dilciler, tarihçiler, edebiyatçılar araştırsın. Hayatımı merak eden varsa edebiyatçılar araştırsın, demiş ya şair. Bir de ayrana her seferinde çöp koyarmış Anadolu kadını. Tabii zavallı asker çöpü bir kenara çeke çeke, yavaş yavaş içermiş. Yani yavaş yavaş içsin diye o çöpü kasten koyarmış. Nereden nereye geldik. Anadolu deyince işte böyle çer çöp de karışıyor.

Çalı çırpı… Çalı çilpi de denir. Anadolu; çerin çöpün edebiyata, hatıraya dönüştüğü yerlerden işte! Ama Anadolu denince aklıma, fikrime, zikrime, zihnime bir saflık düşer. Anadolu dendi mi şöyle bir oturur dağları seyrederim. İçimin sessizliğini dinlerim. Gökyüzüne bakarım; o bembeyaz kirlenmemiş bulutları, masmavi gökyüzünü bir daha bir daha seyrederim.

Birkaç gün Anadolu’daydım. Yazları göçtüğümüz bağdaydık. İnsana ayakbağı olurmuş ya bağ! “Bağlanılan yer”den mi geliyor acaba! Üzüm bağları, üzüm hevenkleri, çalı çırpı denkleri, samanların bağlanmışlığı ve saire… Rahmetli annem sırtına vurduğu o çalı çilpiye “şelek” derdi. Ekmek, yemek pişirmek için toplar getirirdi terli terli… Anadolu israfsızlığın, “dolu dolu” anaların olduğu yer, yani kafası kalbi dolu anaların olduğu yer… İşte oradan dağılmışız. En çok da İstanbul’a. İstanbul’a gelenler neden geldiği yeri unutmaz? Bana sorarsanız birazcık da unutmalarını isterim. İstanbul’a gelmişsen artık “İstanbul” olacaksın. İstanbullu olacaksın.

Siz de görürsünüz işte falan köy derneği falan kasabayı falan köyü koruma derneği… Bunlar bir özlemin bir unutmazlığın levhası, adı, yankısı, üzüntüsü, sevinci, korkusu… Evet, epeyce bir susmak lazım belki burada. Terk edip gelmişiz toprağımızı. Anadolu denince papatya kokuları mı gelir? Gelinciklere rüzgârın dokunup çizdiği o şekiller midir Anadolu! İşte Anadolu denince o derin sessizlik gelir.

Biliyor musunuz; Anadolu hâlâ tenha… Şimdi yığın yığın bir yerleri doldurmanın adı artık İstanbul oldu. İstanbul da şaşırdı, Anadolulu da şaşırdı. İstanbul koca bir Anadolu köyü oldu artık. Anadolu’ya tekrar mı gitsek?! Diyorum ki eğer içimizde o Anadolu sevgisi devam ediyorsa; çocukluğumuz yaşasın istiyorsak; tekrar gidelim. “Yok, ben Anadolu’dan aldığımı İstanbul’â, oradan dünyaya taşıyacağım” diyorsanız; buyrun. Bir zamanlar turizme bacasız sanayi deniyordu. Okullarda bu işleniyordu. İlle döviz, ille para, ille de bir bozulma… Evet, bozulduk da…

Geçenlerde işsiz bir adam gibi dolanayım dedim. Zaten işsizim de… Oturdum Ayasofya’nın karşısına. Yerli yabancı, kılık kıyafetler… Turistler gelmeseydi diye düşündüm. Çünkü gördüğüm manzaralar İstanbul’un manzarasına, Anadolu’nun o saflığına, İstanbul’a gelip o adı konulmamış kimliklerle karşı karşıya gelmesine gönlüm razı olmadı. Anadolu’ya dönmek istedim. Şöyle bir ağacın altına, bir gölgeliğe, bir serinliğe, şöyle bir Anadolu kokusunun olduğu bir yere çekip gitmek istedim. Sadece istedim. Anadolu ölmemeli, derim.

Giderken beni karanlığa terk etme. O kelimeyi söyle: Allah’a ısmarladık…

 

(Hafta içi her gün saat 17.30’da, tekrarı 22.30’da İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)

 

Ali Hakkoymaz

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*