İHTİYAR BİR DÜNYADA GENÇ OLMAK

Böyle başlayınca sanmayın ki küresel ısınmadan bahsedeceğim. Ya da ‘Ahir zamandayız’ diye felâket tellallığı yapacağım. Yoo, benim derdim başka. 21. yüzyılda 20’lerinde bir genç olarak, maddî tarihin nazarıyla, zamanın neresinde durduğuma bakacağım ben.

Şanlıurfa dolaylarındaki Göbeklitepe, bilinen en eski insan yapısına ev sahipliği yapan mekânlardan biri. Günümüzden yaklaşık on iki bin yıl önce, beşer henüz emekleme aşamasındayken, şu anda tam olarak bilinmeyen bir gayeyle taşlar dikip motifler oyar. Ardından, emekleyen insanlık yürüyüp koşmaya, konuşup düşünmeye başlar yavaş yavaş, hayır evrimden bahsetmiyorum, insanlığın düşünce gelişiminden bahsediyorum. Beşerin ergenlik evresi olarak nitelendirdiğim bir zaman gelir, milattan biraz önce, Sokrates’in, Platon’un beyin mıncıklayan soruları; beşerin, tıpkı kimliğini bulmaya çalışan bir genç gibi, zaman zaman atarlı, agresif, zaman zaman meraklı ve kuşkulu, biraz radikal, ama düşünceli hâlleri başlar. Sorular sorar, cevaplar bulur, tatmin olmaz tekrar sorar ve bir usül, bir düşünce yöntemi yavaş yavaş şekillenmeye başlar koca kafalı beşerin tarihî zihninde.
19

Zaman geçer, şehirler kurulur, şehirler yıkılır, bir aydınlanır, bir kararır dünya. Yetişkinliğe adım adım ilerleyen beşer, düşüne düşüne, yaşaya yaşaya pişer, asr-ı saadette kemâlini bulur. Ancak insanlık da insan gibidir, vakti vaktini tutmaz, bildiğini unutur, yetmişinde görmüş geçirmiş bir ihtiyarken bir anda yedisinde şımarık  bir çocuğa dönebilir. Bu dalgalanmalar ömürle orantılıdır, yüz senelik insan ömründe günlere denk düşen bu hareket, on binlerce yıllık insanlık tarihinde asırlara tekabül eder. Zaman ilerledikçe dalgalanmanın şiddeti de artar. İşte benim durduğum yer beşerin ihtiyarlığı ve bu ihtiyar zihnin dalgalanmaları da yaşıyla orantılı.

Binlerce yılda büyümüş bir zihnin evladı olmak kolay değil. Okunacak binlerce eseri, tarih derslerinin müfredat yükünü geçtim, bu yükün bir de bireyin zihnine bir baskısı var. Yolumu bulmaya çalışırken her adımda ayağıma dolaşan bir endüstri devrimini, her insanca yaşama çabamda önüme heyula gibi dikilen kapitalizmi, sorduğum her sorunun benden önce sorulmuş, diyeceğim her sözün benden önce söylenmiş olmasını aşmam zor.  Kendi küçük dünyamda hiç görmediğim, tecrübe etmediğim bir dünya savaşının zihnimi şekillendiren izlerinden sıyrılmam zor. ‘Bak ben her şeyi gördüm geçirdim, binlerce yılda oldum, piştim’ diyen dengesiz mutaassıp ihtiyara; bir müsaade eder misin kendimi bulayım, demek, bir yandan da birikiminden faydalanmak hele, çok zor.

Zihnimi aynalarla dolu hücrelere tıkan bu müstebit ihtiyardan kurtulmanın yolunu irademi kullanmakta buldum. Bu sefer yeni bir sorun çıktı karşıma: İradem dediğim ve güvendiğim şey, cüz’i. O kadar küçük ki, yetmiyor, yetemiyor beni kurtarmaya. Hür olma çabam o kadar komik ki şu iradeyle, karşımda kahkahalarla gülüyor pençesinde çırpındığım canavar. Ama kendisine iki çift lafım var!

Ya elimde olan tek şeyi, zayıflığımı bir silah olarak kullanırsam, gülmeye devam edebilir misin? Ya cüz’i irademi senin elinden alır, bin beş yüz yaşında bir gencin eline verirsem? Ya kendimi senin değil de, senden de büyük bir’in kölesi yaparsam, sana da hükmü geçen birinin? O zaman da böyle hükmedebilir misin?

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*