UZAY (2)

“Siyah ve beyaz nakışlar ile nakışlı bir amame (sarık) ile küre-i arzın kafasını saran semavat ve arzın nâzım ve hâlıkı olan Allah’ın ulûhiyetine lâyık mıdır ki,
âlemin bazı safahatını miskin bir mümkine tevdi’ ve tefviz etsin. Arşın sahibinden maada, arşın altındaki şeylere bizzât tasarruf eden imkân dairesinde kimse var mıdır? Kellâ!”

(Mesnevi-i Nuriye)

Bediüzzaman’a göre her şeyde olduğu gibi geleceğin ve yeni evrenlerin de (‘ebed-ül âbâd’ – sonsuz gelecek zamanlar ve sınırsız mekânlar) kaderi, imam-ı mübin ve kitab-ı mübinle Zât-ı Akdes’e mutlak ilim ve emirle bağlıdır.

Yeni bir evrenin yaratılması için, meselâ, bir hiç, sadece boşluk ve çekim kuvveti yeterli olabilir mi? Zihinde bir evren ürettiğimizde (çokça hayâl, biraz matematik ve bir yazılım) bu aslında bir gerçekliği de üretebiliyor mu? Hayat da böyle midir? Peki son… Bir evrenin sonu, bir ihtimalin bir anda ortaya çıkışına mı bakıyor?

Modern bilime bakılırsa: dünyadaki sonumuz için pek çok senaryo var. Bir ihtimal, Güney Kutbu’ndan kıtalar birleşecek… Asteroid tehditleri zaten her daim var… Adonis Asteroidi meselâ… Binlerce devasa (ve serseri) asteroid dolaşıyor… 65 milyon yıl önce bir tanesi çarptı ve dinozorlar yok oldu…

Bunun gibi her evren (âlemler) bir yok oluşa gitmektedir. Çünkü her vücud hem varoluş, hem de yok oluşun tehditlerini beraber taşır. (Çünkü O’ndan gayrısı mümkîndir, bu yüzden ihtimal ve imkân hesaplarının içindedir).

Diğer bir tehdit bizzat insanda: Zekâ… Bakteriler 3 milyar yıldır zekâ olmadan yaşıyorlar… Zekâ ise bizde teknolojiyi (beraberinde tehlikeyi) üretiyor. (Bediüzzaman bu tür zekâları; ‘Cenab-ı Hakk’ın hayvanatından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imareti için halk etmiştir.’ (Lem’alar) şeklinde tanımlıyor; demek ki aynı tür, yok oluşun da bir sebebi olabilir.) Bu durumda silahlarla birbirimizi yok etme ihtimali kozmolojik ihtimallerden çok fazla… (Büyük Tasarım).  O zaman bu türdeki zekâ muhtemel bir bela… Bediüzzaman’a göre bunun sebebi:

“Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalaleti noktasında ma’dûmdur, ölmüştür. (hâlbuki tarih ve geçmiş uzay-zaman olarak hafızada yaşamaktadır.) Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor.

Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine ma’dûmdur. (Bediüzzaman’ın Münazarat’taki ‘tek dünyalılar’ hitabı burada da bir anlam kazanabilir.) Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir (onlar için zihnin çarkları gerçekten durmuştur) yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayata hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur. (Felsefe ve hikmet vücud bulur) Zaman-ı hazır gibi ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve manevî ezvakı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor.” (Sözler)

Parlak ve ışıktan bir akıl ve vücud sahibi olarak iman insanı geçmiş ve gelecekte kolayca yol aldırabiliyor (Miraç’ta Burak gibi). Hayat bir nurdur. İman hayatın nurudur. Peki, yeni vücudlar zihin uzayında nasıl şekil alacak, nasıl çizilebilecektir?
66

 

Kader kaleminin bir ışıktan mürekkebi de, radyasyon. Gama ışınları varlığımızın içinde görev alıyor. Bugün alfa ışınları helyum çekirdeği olarak biliniyor (iki proton ve iki nötron), beta ışınları ya elektronlardır ya da pozitron, gama ışınları ise bir ışık türüdür. Hidrojen çekirdekleri füzyon reaksiyonu ile Güneş’in çekirdeğinde birleşirler. Bu reaksiyondaki ürünlerden birisi de gama ışınlarıdır. Bu gama ışınlarından bazıları Güneş’in dış yüzeyine ulaşabilir ve  burada elektronlar ve protonlar ile çarpışarak enerji kaybeder. Enerji kaybederken ultraviyole, kızılötesi ve görünür ışığa dönüşürler. Kızılötesi ışık Dünya’yı sıcak tutar ve görünür ışık Dünya’daki bitkilerin hayatını devam etmesini sağlar. (Fizikist)

Bizi foton bombardımanına tutarak çevremizdeki dünyayı biçimlendiren güneşimiz ayrıca nötrinolar da salar. Nötrinolar bedenimizin sürekli ziyaretçileridir. Her saniye neredeyse 100 trilyon nötrino içimizden geçer. Güneşin yanı sıra, başka yıldızlardaki nükleer tepkimelerden ve kendi gezegenimizden kaynaklanan nötrinolar da vardır. Bunları kendi iç uzayımızdaki trilyonlarca sinir bağlantısı ile kurulan akımlarla birleştirdiğimizde gerçekliğin ve muhtemel uzayımızın mikrokozmoz ilişkileri de üretilmiş oluyor, farkında olsak da olmasak da…

Nötrinoların çoğu erken evrenin ilk birkaç saniyesinden beri hayattadır; yani bizi oluşturan atomlardan daha yaşlıdırlar. Ancak o denli zayıf etkileşirler ki, ziyaretlerine ilişkin hiçbir iz bırakmadan vücudumuzdan geçip giderler. Yerlerini zihnin çarklarını tahrik edecek bir bilince bırakırlar. Bediüzzaman’ın “hasbunallahi ve ni’mel vekil” hakikatini tefsirinin bir parçası da buradadır. Bunlardan başka sürekli olarak bizi yıkayan karanlık madde parçacıkları da vardır. Karanlık madde ışık yayımlamaz, yansıtmaz ve soğurmaz. O nedenle de algılanması çok güçtür. Yine de modern bilim, evrenimizin %80’inin bu madde türü tarafından meydana geldiğini düşünüyor.

Sonsuz sayıda karadelik, madde ve antimaddenin birleşmesiyle Einstein’in formülüyle ortaya konan saf enerji üretimi (yani matematikteki sıfır, Harizmi’ye bilim çok şey borçludur); karanlık madde, Bediüzzaman’ın uzay tasavvurunda esir maddesi ile açıklanıyor. Einstein’e göre, esir evrende tek devinimsiz nesne olduğuna göre, devinimi de mutlak olmalıdır. Biz yalnızca göreli devinimleri algılayabildiğimize göre, esir olsaydı da ortaya çıkaramazdık. Öyleyse yoktur, denebilir. (Işığın Öyküsü)

Bediüzzaman’ın tanımlamalarından ise, esirin parçalı yapıda olduğunu, dolayısıyla (kısmen de olsa) tespit edilebilir devinime sahip olabileceğini anlıyoruz (yani, modern bilim için ‘boşluktaki hiç’ aslında esirdir denebilir). Şöyle söylüyor:

“İsm-i Kayyum’un cilve-i a’zamına baktırmak için, hayalî iki dûrbînden biriyle, en uzaklarda esîr maddesi içinde sırr-ı Kayyumiyetle durdurulmuş; kısmen tahrik, kısmen tesbit edilmiş milyonlar azametli cirmleri ve diğer dûrbînle zîhayat mahlûkat-ı arziyenin zerrat-ı vücudiyelerinin vaziyet ve hareketlerini temaşa ettirir.” (Lem’alar)

Diğer taraftan:

“Çünki esîr maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latif ve eski hükemanın saplandığı heyula fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, camid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzi ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hâssasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine; her şeyde her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esîrin zerreleri adedince yanlıştır.” (Lem’alar)

67

Modern bilimin evrim olarak söz ettiği, Daniel Dennet’in “şimdiye kadar akla gelmiş en iyi fikir” dediği; Bediüzzaman’ın ise sırr-ı kayyumiyet olarak ifade ettiği (ya da tabiatın simyası da denilen) kısmen sabit kısmen değişen gerçekliklerin İslâm bilim tarihinde çok eskiden çalışılmaya başlandığını belirtmek gerekiyor. Örneğin, meşhur filozof, şair ve zoolog El Cahiz (776–868) yedi ciltlik “Hayvanlar Kitabı”nda sırr-ı kayyumiyeti hayvanlar üzerinde incelemiş ve bu alanda bir ilk kapıyı açmıştır. Maalesef gelecek devirlerde aynı dil ve anlayış geliştirilmediği için bu sır bozulmuş zihinlerde “doğal seçim yoluyla evrim teorisi” olarak “uzay” tanımlamasının içine yerleştirilmiştir.

Modern bilime göre, radyasyon aynı zamanda uzayımız için en büyük bir tehdit… Özellikle gama ışınları en tehlikeli radyasyon… Senaryoya göre: Bir yıldız var, radyasyon üretiyor, içinde parlak bir küre var. Öldüğünde ortaya çıkan enerji güneşimizin varlığından beri toplam enerjisinden fazla. Ozonu tahrip edecek, dünyayı işgal edecek… 450 yıl önce de benzer bir gama ışını patlaması olmuştu.

Evren yaşlandıkça başka yerler bulunsa da hayatı garanti olmayacak… Evren yeni fırsatlar sunacak. Dünya benzeri bir gezegen yeni yurt olabilir… Apollo 11 fırlatılışı, Stephan Hawking’e göre, insanlık tarihinin en önemli anıdır. Hayat kendi gezegeninden başka birine indi böylece… Bu yeni kozmozun başka bir öyküsü olabilir… Ay’dan daha uzağa gitmeliyiz. Meselâ Marsa… Mars’ta ise sıcaklık, 80 dereceden eksi 200’e birkaç saniyede değişiyor. Yerçekimi düşük, radyasyon, manyetik alan ve ozon yok. Bir gün uygun şartları sağlamak belki teknolojiyle (zekâ) mümkün…

Yıldızlar arasındaki yolculuklar… Ancak sorun uzaklık. Bunun için büyük teknoloji gerek. Yakıt olarak atom enerjisi ya da antimadde kullanılabilir mi? Asıl sorun finansal, bir diğeri ise; toplum uzun ve sınırlı sayıyla yapılacak bir denemeyi kabul etmeyebilir. Çünkü bunu bir kez daha görmeyebilir. Diğer sorun, yeterince hızlı da olsa en yakın yere 73 yıl sürer. Bu kadar yolculuk bir neslin gönüllü olmasını ister. Evet, itiraf edelim, Resulullah’ın Miraç’taki Burak’ı bilim için bir hedef araçtır. Ancak, insanlığın bilmediği, ölümün de geçiş ve yeni bir hayat için en ucuz ve kısa bir araç ve kapı olduğu…

Modern zihindeki yeni evrenlerin etik tarafı, insan ömrünü uzatmak gereği… Bir Lazarus etkisi ile belki de. Senaryoya göre, genetik mühendislik uzun hayat, yüksek zekâ ve sorunlara karşı direnci sağlayacak. Yapay zekâ, yeni DNA’lar, yeni araçlar… Gerçek bir hayat diasporası bizimle başlayabilir. Buna göre, son ise 30 milyar yıl sonra. Yeni gezegenler yeni atomlar ortaya çıkacak…

 

Geleceğin dünyası yerçekimi çalışmaya devam edecek. Bütün galaksi parçaları değişiyor ve gelişiyor. Kozmik saat sonsuza dek mi sürecek? Çözüm nerden geldiğimizde… İlk patlama… Karanlık enerji yeni bir patlamaya sebep olabilir. Evrenin kaderi, karanlık enerji eğer yerçekimini zayıflatırsa çatırdamaya başlayacak. Evren bir noktada sığışacak. İlk hâldeki gibi. Eğer her şey genişlerse yerçekimi zayıf düşecek. “Evren neden var oldu”yu anladığımızda evrenin hâkimi olacağız. Başka evrenlerin de. Modern bilimin son noktası, en büyük sır: “Evren neden var oldu”yu ortaya çıkarmak… Bundan sonrası bu neden üzerinde çalışabilmeyi gerektiriyor? Bu zinciri kırmak? Elbette bu bir cehalet…

1

İbn-i Arabî şöyle demiştir:

“Feya haybet’ül cuhhal iza yefutühüm

Ve ma za yefutul kailinel cuhhalühüm”

Tercümesi: Cahillerin haybet ve hüsranına acıdım, acaba onları fevt eden (yitirmek) nedir? Ve onlar neyi fevt etmişlerdir? Ve yine cahillerin cehline kail olanlar (aklı yatmış, inanmış) da ne fevt etmişlerdir? Yani arada fevt olunan bir şey yoktur. Her ikisinin sözü kuru gürültüden ibarettir. Neyi kaybetmiştir ve nerede aramaktadır. Anadolu irfanının yıldızlarından Nasreddin Hoca’mızın “karanlıkta kaybettiğini aydınlık yerde arama”yı gösterdiği hikâyedeki gibidir. Zekâ çok çabalıyor…

Lewis Carroll, “düne geri dönemem, çünkü o zaman bir başkasıydım ben” diyordu. Aynı şey şüphesiz yarın için de geçerli. İnsan zihni kendi uzayının peşinden sürükleniyor yine de. Modern bilimin son umut cümlesi: Evrenin hiç değişmeyen bir yere gitmek şansı da var.

Her şeyin bir çözümü var: insanın ve âlemin ölümü… Son bir senaryo da: her şey ölümle taşınacak (ölüm bir tebdil-i mekândır), en son ölüm taşıtı da ölecek…

Necip Fazıl’ın dediği gibi:

“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?”

 

Âhiret âlemleri, sonsuz uzaylar… Ölümün öldürülmesi gelecek sonsuz uzayların olacağını gösteriyor. Zihin uzayıyla gerçek uzayının artık bütünleştiği sonsuz ve sınırsız bir şeffafiyet sırrı… Cennette meselâ; zihninde bir şeyi arzu edersin, gerçekte aynen karşına gelir.

Ahnef b. Kays demiştir ki: “Allah’ın (cc) kazasını engelleyebilecek bir kişi yoktur.”

 

 

Caner Kutlu
caner-kut@hotmail.com

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*