HAN DUVARLARI 2

“Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı.
Üstünde yazılarla, hatlar karışmışlardı.”

Hatlar dediği eski yazı. Eskimez yazı. Evet, oradaki yazıları okuyor; neler görüyor. Şiir uzayıp gidiyor. Yer yer atlayarak gidiyoruz: “Uykuya varmak için bu hazin günde erken; Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken…” Yolda insan nasıl yorulur! Babam uzun yola gider; alışveriş yapar gelirdi. Yani Kayseri’den İstanbul’a giderdi. Yollarda o evlerin ışıklarına imrenirim; girsem de bir eve yatsam veya evim burada olsa, gibi şeyler söylerdi; hatırımda kalmış.

“Birden bire kıpkızıl birkaç satırla yandı; Bu dört mısra değildi sanki dört damla kandı. Ben garip çizgilere uğraşırken baş başa; {Lambanın çizgilerini, duvardaki yazıları okuyor, seyrediyor.} Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa.”

Kendisi mi yazdı bu dörtlüğü? Arada dörtlükler var. Yoksa gerçekten orada şair arkadaşının dörtlüğü mü; bilemiyoruz. Önemli değil, yazılmış ya: “On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan; Baba ocağından yar kucağından… Bir çiçek dermeden sevgi bağından; Huduttan hududa atılmışım ben.” Birinci Dünya Savaşı değil mi? Evet, onun izleri… Sonra İkinci Dünya Savaşı… Acaba… Diyorum ki… İnsan-lık bıkmadı mı? İnsanlık bıkar da; insanlar bıkmadı mı bu savaşlardan? Nasıl olsa her savaş barışa uğramayacak mı? O zaman “ateş kes!” demeli insanlık; bütün bir çığlığıyla. Baksana “Huduttan hududa atılmışım ben” diyor. “Baba ocağından yar kucağından… Bir çiçek dermeden sevgi bağından…” Bir sefer, kucaklanmamış babası tarafından, annesi tarafından. Yollara düşmüş belki! “Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi… Gözüm imza yerinde başka ad görmedi. Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş! Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş…” Evet, hiç kalmasaydı. Devam ediyor; niye? Hudutlar internetle aşıldı. Bu iletişim araçlarıyla aşıldı falan deniliyor da; biz nedense insanî hudutlarımızı bir hâle, yola koyamadık.

“Araya gitti diye içlenme baharına; Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!” Memleketi savundun ya, diyor. Hürriyet için savaştın, bu şan sana yeter. “Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk. Soğuk bir mart sabahı buz tutuyor her soluk. Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri; Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri. Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor, Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor. Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar. Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar. Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide; İki dağ ortasında boğulan bir geçide.” Aslında bu Han Duvarları’nda hayatı ne güzel anlatmış. Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar. Evet… Kervanlar… Bitmeyen alışverişler, gidişler, gelişler, çoğalışlar, seyrelişler, doğumlar, ölümler… Yol, hep yol dedi ya. Evet, bitmeyen bir yoldayız.

06

“Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden; Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden: Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla; Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.” Vay be! Mevsim değişti. “Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu; Burada son fırtına son dalı kırıyordu…” Bu mısraya da bayılırım. Burada son fırtına son dalı kırıyordu… Her ân bir fırtına eser ve bir ânımız, bir dalımız kırılır, ayrılırız; bir yerden bir yere. “Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla; Savrulmaya başladı karlar etrafımızda. Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü.” Ne güzel tezat… Beyaz bir karanlığa gömdü. Evet, Sözler’de de kar için: “Kar’ı pek bâridane ve tatsız telakki ederler. Hâlbuki bu tatsız perdesi altında, öyle ulvî gayeler var ki tarif edilmez.” gibi şeyler geçiyor; aklıma geldi. Kar deyince Elhan-ı Şita, Cenap Şahabettin de hatırlanmalı. Yeri gelirse; konuşuruz bunları da. “Kar değil; gökyüzünden yağan beyaz ölümdü. Gönlümde can verirken köye varmak emeli; Arabacı haykırdı: “İşte, Araplıbeli!” Bir yere gelmişler, Araplıbeli diye bir yere… “Allah yardımcı olsun gayrı yolda kalana. Biz menzile vararak atları çektik hana.” Yine bir hana daha uğradılar. Kaç hana uğramıyoruz ki yollarda: Çocukluk hanı, gençlik hanı… Hani şimdi; gittiler. “Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş; Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş. Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor; Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor.” Ne anlatacaklar ki…

“Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri; Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.” Ocağın akislerinin duvarı çiçeklemesi, ne hoş tasvir değil mi? Sürekli değişen hayat gibi. “Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor; Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor: Gönlümü çekse de yârin hayali; Aşmaya kudretim yetmez cibali. Yolcuyum bir kuru yaprak misali; Rüzgârın önüne katılmışım ben.” Evet, hayat rüzgârında yapraklar gibi savruluşumuzu ne tatlı anlatmış. “Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı. Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı.” Bir ân bir yerde duramıyorsunuz. Hep yoldasınız. Aslında insan yolcu olduğunu yolda daha iyi anlıyor. Yerleşik hayata geçince, dört yüz çadırdan -evlenince-evleşince- ahşap evlere, taş evlere geçince; sabit olduğumuzu zannediyoruz. Hâlbuki bu hâl bizim yolcu olduğumuzu unutturmamalıydı. Unutturuyor ama! Yolcu olduğumuzu unutup hancı olduğumuza karar verince; kavgalar çıkıyor.

“Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde; Ben üç mevsim değişmiş görüyordum, üç günde.” Yolda, mevsimlerin değiştiğini görüyoruz. {Aslında her gün kaç mevsimin içindeyiz, onu da düşünelim.} “Uzun bir yolculuktan sonra İncesu’daydık. Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.” Tavsiye edilesi bir yorgunluk, yaşanılası bir uyku… “Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım. Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım:” {Vay be! Ölüm rüyasıyla uyanmak…} “Garibim; namıma Kerem diyorlar. Aslı’mı el almış; haram diyorlar. Hastayım; derdime verem diyorlar. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben.” Evet, şairin adı çıktı. Ya kendisi ya da Maraşlı Satılmış Şeyhoğlu… “Satılmış” diye isim var, biliyorsunuz. Yani sonsuz varlığa kendisini satsın diye böyle bir isim koyarmış eskiler. Benim de tuhafıma gelirdi, ‘Satılmış’ diye isim mi olur diye de. Evet, olur. Satılmış, kendini ona buna değil O’na satsın diye ‘Satılmış’ ismi de konurmuş. “Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında. Korkarım; yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.” Maraşlı Şeyhoğlu’nu düşünüyor şair ve diyor ki: “Az değildir; varmadan senin gibi yurduna, Post verenler yabanın hayduduna kurduna!” Postu deldirmeden -maddi ve manevi postu deldirmeden- hayatı idame ettirip hâtime verebilecek miyiz? Yani ölüme kadar içimizi, dışımızı deldirmeden hayatı nihayetlendirebilecek miyiz acaba?

“Arabamız tutarken Erciyeş’in yolunu: ‘Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?’ Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende; Dedi: Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!” Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti; Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti. Gönlümü Maraşlı’nın yaktı kara haberi. Aradan yıllar geçti işte o günden beri; Ne zaman yolda bir han rastlasam; irkilirim; Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim. Ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar! Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!

Ey garip çizgilerle dolu han duvarları!

Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!”

Ne han kaldı, ne duvar…

 

Giderken beni karanlığa terk etme; o kelimeyi söyle: Allah’a ısmarladık…

 

(Hafta içi her gün saat 17.00’da, tekrarı 21.30’da İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)

 

Ali Hakkoymaz
alihakkoymaz@gmail.com

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*