ASRA DAMGASINI VURAN DAVA ADAMI

Bu çalışmamızda, Bediüzzaman’ın iman ve Kur’ân davasını anlatırken çeşitli zamanlarda, farklı zeminlerde ve özellikle adavetkârâne tavır gösteren farklı kişilerle nasıl muhatap olduğunu nazarlara sunmaya çalışacağız. Şahsına karşı yapılan çeşitli muameleler karşısında, asayişi bozmadan müspet hareket düsturlarını icra ederek, nasıl sabır ve metanetle davrandığına, davası ile ilgili muamelelerde ise şecâatini ve kahramanlığını her zeminde nasıl gösterdiğine şahit olacaksanız.

 

Harika bir zekâ ve deha ile mücehhez Genç Said

Bediüzzaman Said Nursî. Asrın müceddidi. İman ve Kur’ân davasının yılmaz savunucusu. O, bir dava adamıydı. Hakkı, hakikati, inandığı doğruları, Kur’ân’dan ve Peygamberimizden (asm) aldığı dersi, müştak kalplere ulaştırmaya çalışan bir gönül eriydi. Daha çocukluk yaşlarında kendisinde, ileride çok mühim bir Kur’ân hizmetinde bulunacağına dair çeşitli emareler görünüyordu. Cenab-ı Hakk’ın, iman ve Kur’ân hizmetine zemin hazırlamak hikmetiyle, “Said’i fevkelhad şartlar içerisinde ve fevkalade inayet altında, harika bir zekâ ve deha ile mücehhez olarak istihdam ve istimal ettiği” anlaşılıyordu.

Daha on üç, on dört yaşlarında, Molla Fetullah’ın “Zekâ ile hıfzın ifrat derecesinde bir kimsede tecemmuu (toplanması) nadirdir” şeklindeki hayret ve iltifatına mazhar olmuştu.

 

Dirayet sahibi ve cesaret timsali bir delikanlı

Korkusuz ve gözü pek bir delikanlıdır Said Nursî. Rüyasında Abdulkadir-i Geylanî Hazretleri’nden (ks) aldığı emri, hiçbir tereddüt göstermeksizin Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’ya ileterek, onu hidayet yoluna davet eden; korkusuz ve pervasızca, “Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın veyahut seni öldüreceğim” diyen, dirayet sahibi ve cesaret timsali bir delikanlıydı.

Bediüzzaman’ın hayatını baştan sona incelediğinizde; hangi zemin ve hangi şartlar olursa olsun, karşısında her kim bulunursa bulunsun, inancının ve imanının gereği olan hakkı-hakikati, Kur’ânî ve Nebevî düsturları, doğru bildiği ve inandığı davasını, çekinmeden, korkmadan ifade eden bir dava adamı olduğuna şahit olursunuz.

Onun gündeminde, rıza-yı İlâhîyi kazanmak vardır. Hiçbir dünyevî, hatta uhrevî menfaat dahi yoktur. “Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum.” diyerek, bu hakikati samimiyetle dile getiriyordu.

O, aynı zamanda öyle bir şefkat kahramanı ki, hiçbir insanın cehennem ateşinde yanmasına gönlü razı değil. Müştak gönüllere iman ve Kur’ân hakikatlerini ulaştırmak, onun en mühim davası.

Ateşpare-i zekâsı, derin ilmî vukufiyeti, kuvvetli hafızası ile birlikte, akıl almaz cesareti, metaneti, korkusuzca ve pervasızca hakikatleri haykırması ile de dikkat çeken bir âlim, bir mütefekkir, bir müceddid…

 

Maksadından vazgeçirilemeyen Bediüzzaman

Onun davası, imanî, itikadî, içtimaî ve siyasî meselelerin, Kur’ânî ve Nebevî ölçüler ışığında doğru anlaşılması ve tatbik edilmesiydi. Bu uğurda, çok hareketli ve hararetli bir mücadele hayatına şahit oluyoruz.

1907 yılının sonlarında, Bediüzzaman’ı İstanbul’da görüyoruz. Amacı, doğunun eğitim sorununa ilaç olacak Medresetü’z-Zehra adlı bir üniversite projesi için II. Abdülhamid’in desteğini almak. Türlü türlü bahanelerle, tımarhaneye koyup itibarsızlaştırma girişimleriyle, hapishane korkutmaları ile maksadından vazgeçirilmeye çalışılan bir Bediüzzaman. Hiç vazgeçer mi! Doğru bildiği davada ısrarcı. Zaptiye nazırı Şefik Paşa vasıtasıyla teklif edilen maaş, makam, rüşvet ve padişahın ihsan-ı şahanesini kabul etmeyen, ciddiyet ve dirayet timsali bir dava adamı var karşımızda.

 

İkna edici konuşmasıyla, tüm gönülleri fetheden bir hatip

2. Meşrutiyet’in ilanından sonra yapılan kışkırtıcı fitnelere, halkı isyana davet etmek isteyenlere karşı verdiği mücadele sırasında, Bediüzzaman’ı sahnede görüyoruz. Bakıyoruz ki ecnebiler tarafından ırkçılık damarları tahrik edilerek kışkırtılmaya çalışılan kürt hamallarını yatıştıran bir Bediüzzaman, yine sahnede. Yine sekiz tabur askeri gayet tesirli ve ikna edici konuşmasıyla sakinleştirdiğine ve isyandan vazgeçirdiğine şahit oluyoruz. Ne büyük bir cesaret, yüksek bir ilim ve tesirli bir konuşma örneği. Hem akla, hem kalbe, hem duygulara, hem vicdana hitap eden ikna edici konuşmasıyla, tüm gönülleri sakinleştiren bir hatip.

Aynı dönemlerde, Beyazıt’taki talebelerin mitingine iştirak ederek, talebelerin sakinleşmesine ve dağılmasına sebep olan bir Bediüzzaman var karşımızda. Ayasofya mevlidindeki heyecanlı konuşmasıyla ve gerilimin had safhaya ulaştığı Ferah Tiyatrosu’ndaki toplantıya iştirak ederek yaptığı ikna edici, gönülleri ferahlatıcı ve tatmin edici nutuklarıyla, çıkabilecek fitne ateşinin sönmesine vesile olan bir Bediüzzaman’ı müşahede ediyoruz. Tabii ki onun tarafsız, yatıştırıcı, ikna edici konuşmaları, onun hem cesaret, heybet ve azametinin hem de kahramanlığının birer göstergesi olsa gerek.

 

Ölümü hiçe sayarak, adaletsizlikleri anlatmaktan çekinmeyen Bediüzzaman

31 Mart Hadisesi sonrası çıkartıldığı Divan-ı Harb-i Örfî’de (sıkıyönetim mahkemesi) on beş adam karşısında darağacında asılı bir vaziyette dururken, Divan-ı Harb-i Örfî Reisi Hurşid Paşa’nın sorduğu “Sen de Şeriat istemişsin?” sorusuna karşılık, “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım!” diye cevap veren, adaletsizlikleri anlatmaktan çekinmeyen, ölümü hiçe sayarak, büyük bir ciddiyetle, hakkı ve hakikati korkusuzca, merdane ve pervasızca dile getiren bir Bediüzzaman’a şahit oluyoruz.

Davasını anlatırken müspet hareket metodlarından asla vazgeçmemiştir. Asayişi bozacak hiçbir teşebbüsü olmamıştır. Hakaret ve tahkir edici hiçbir cümle sarf etmemiştir. Kırmadan, dökmeden hakikatleri haykırmıştır.

Selanikli Yahudi milletvekili ve Hahambaşısı Emanuel Karasso, Osmanlı Devleti’ni parçalamak üzere, sinsi ve pis emellerine alet etmek için halk üzerinde etki ve tesiri olan kimseleri seçiyordu. Bediüzzaman’ın halk üzerindeki etki ve tesirinden haberdar olan Karasso, onu kendi fikrine çevirmek için onunla görüştüğünde kısa süre içine görüşme odasından dışarı fırlayarak, “Eğer yanında biraz daha kalsaydım, beni de Müslüman edecekti” itirafında bulunmak zorunda kalacaktı.

 

Mukaddesatına, dinine, inancına hayatı pahasına bağlı bir Bediüzzaman

Bediüzzaman’ın, Rusya’da esaret kampında. Rus Çarı’nın dayısı olan Nikola Nikolaviç’e karşı, sırf dinî mukaddesata hürmeten ayağa kalkmaması ve selam vermemesi, çara hakaret sayılıyor ve Bediüzzaman idama mahkûm ediliyor. İdam kararına kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermediğini ve inancının gereğini büyük bir sükûnetle yerine getirdiğini gören çar, Bediüzzaman’ın bu hareketini mukaddesatına bağlılığından dolayı yaptığına kanaat getirerek, affını istiyor. İşte karşınızda, mukaddesatına, dinine, inancına hayatı pahasına bağlı bir Bediüzzaman…

1920’de İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edildiği dönemde, Müslümanları rencide etmek, küçümsemek, aşağılamak ve tahkir etmek maksadıyla Anglikan Kilisesi’nin sorduğu sorulara, “bir tükürük ile cevap veriyorum” diyebilen cesur bir dava adamı.

 

İman ve inancını her kim olursa olsun, çekinmeden söyleyebilen Bediüzzaman

Yaratılışımızın asıl vazifesi, kulluğumuzun esası, ebedî saadetimizin vesilesi, imanımızın gereği ve ubudiyetimizin hülasası olan, kat’i bir borç hüviyetindeki namazın; gereksiz olduğunu, bu kadar dünyevî işlerin yoğunluğunda üzerinde durulmaması gerektiğini, kılan ile kılmayan arasında bir ayrılık oluşturabileceğini ima eden, bir dönemin tek adamı M. Kemal’e karşı hiddetlenerek, “Paşa, Paşa! İslamiyet’te, imandan sonra en yüksek hakîkat namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduddur.” hakikatini haykıran bir Bediüzzaman’ı, görüyoruz. İşte iman ve inancını her kim olursa olsun, hangi mevki ve makamda bulunursa bulunsun, çekinmeden söyleyebilen bir dava adamı.

Şeair-i İslâmîye’nin şahsî farzlardan bile daha ehemmiyetli olduğunu bilen Bediüzzaman, şeaire ayrı bir önem verir. Bediüzzaman; başındaki şeairi temsil eden sarığı çıkarıp, zorla kasket taktırmayı deneyen Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’a karşı, boynunu gösterip hiddetlenerek “Bu sarık bu başla çıkar. Başından bul!” diyerek, karşılık veren dirayetli, tavizsiz bir dava adamıdır.

 

Davasına, hiçbir şeyi alet etmeyen ve ettirmeyen Bediüzzaman

O, siyaseti bile davasına alet etmemiştir. Siyasî gücün desteğiyle iman ve Kur’ân hizmetini inkişaf ettirmeyi hiç düşünmemiştir. Devlet dairelerine, devlet kurumlarına, bürokrasiye talebelerini yerleştirip, davasını daha etkin bir şekilde yürütmeyi hiçbir zaman gündemine almamıştır.

Bediüzzaman, davasına hiçbir şeyi alet etmemiş ve ettirmemiştir. Ona teklif edilen mebusluk, şarkta vaiz-i umumîlik, köşk gibi maddî ve manevî teklifleri elinin tersiyle itmiştir. Oysa mebusluk makamının veya umumî vaizlik konumunun sağlayabileceği imkânları kullanarak “daha iyi, daha kolay iman ve Kur’ân hizmeti yapabilirim” diyebilirdi. Ama hiçbir zaman demedi.

Hatta mutlak istibdat dönemi olarak adlandırdığı dönemdeki rejimle uzlaşmamasının bedelini hapislerde, sürgünlerde, baskı ve tarassutla, mahkemelerde, hapishanelerde ve hatta defalarca zehirlenmelerle ödediği hâlde, “bu insafsız ve acımasız gücü karşıma almak yerine, yanında yer alayım, dost olayım, hiç olmazsa takıyye yapayım” dememiştir. Davasının ciddiyetini hiçbir menfaate ve güce alet etmemiştir.

Onun muhtaç gönüllere iman hakikatlerini ulaştırmanın dışında hiçbir beklentisi, bir menfaati, bir talebi yoktu. Davasının doğruluğuna, hakkaniyetine en ufak halel gelir endişesiyle, hediye dahi kabul etmeyen bir hassas çizgiyi muhafaza eyledi. O, gördüğü her bir kötülüğü, ahlaksızlığı, haksızlığı diliyle, eliyle, kalbiyle ve yazılarıyla düzeltmeye gayret etti. Sabırlı olmayı, mukteza-i hâle göre hareket etmeyi şiar edindi.

 

İktidara, devlete ve bürokrasiye talip olmayan Bediüzzaman

Bediüzzaman’ın programında hiçbir zaman aktif siyaset olmamıştır. İktidara ve devlete, bürokrasiye talip olmamıştır. Talebelerini de Risale-i Nur davasını temsil etmek adına siyasete girmekten men etmiştir. Çünkü gaddar ve menfaat üzerine dönen siyasetin; tertemiz, pürü pak iman ve Kur’ân hizmetini lekedar edebileceğini çok iyi biliyordu.

Sorumlukları bir hayli olan idarecilere, daima Kur’ânî ve Nebevî düsturları öğüt verdi. Haktan, adaletten, dürüstlükten ayrılmamanın ne kadar önemli birer vasıf olduğunu hatırlattı. Özellikle adalet dağıtan birimlerin, masum ile suçluyu ayırt etmede hassasiyet göstermesi gerektiğini defaatle ifade etti. Suç ve cezanın şahsîliği prensibini dikkate sunarak, “Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa, o cinayete bir nev’î tarafgirlikle yalnız mânevî günahkâr olup âhirette mesul olur; dünyada değil.” diyerek, Kur’ân’ın bir düsturunu bıkmadan, usanmadan hatırlattı. Kur’ân’ın adalet düsturlarından biri olan, “hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz” hakikatine uyulması gerektiğine defaatle vurgu yaptı.

İşte, gönülleri fetheden asrın dava adamı Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatından ve davasından bazı kesitler…

Rabbim, Bediüzzaman’ı ve davasını doğru anlayan, genç nesillerin yetişmesini nasip eylesin. Amin.

Prof. Dr. Hüseyin Uzun
huzun_61@hotmail.com

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*