Saat tanrı ile mahlûk zaman

Cebimde azıcık param var ve markete gidiyorum. 10 liram var, ama alışveriş listem buradan pasifik okyanusuna kadar uzanıyor. Almam lâzım; sebze de meyve de, etin yanında yumurta da, bakliyatları da tabii…
Hem temizlik malzemelerini de, e unutmadan biraz da çikolata, ondan bundan almam lâzım. Tabiî ki yetmiyor param ve bu paradoks beni deli ediyor. Azıcık param varsa alınacak şeyler neden bu kadar çok, alınacaklar bu kadar çoksa neden azıcık param var?

Aynen bunun gibi, bu yaşlı dünyanın modern insanları olan bizim de işimiz zamanımızdan fazla. Hadi itiraf edelim, özellikle çalışıyor ya da okuyorsanız, üstüne bir de büyük şehirde yaşıyorsanız “zaman” en büyük probleminiz. Ağzınızdan hiç düşmeyen bir laf var; “Bu aralar çok yoğunum ya, inan hiç vaktim yok.”

Merak ediyorum gerçekten, zamanın asıl mânâsını kavradığımız için mi böyle hırsla saldırıyoruz zamana? Bu yüzden mi yetmiyor zamanımız?

Zamanın kıymetini vurgulamak için çokça kullanılan bir deyiş vardır; “Vakit nakittir.” Peki, cidden vakit nakit midir? Paranın en yüksek değişim aracı olduğu, değer yargılarının paraya göre biçildiği kapitalist modern dünya düzeninde evet, vakit nakittir. İnsanların kendilerine boş vakti ancak satın alabildiği bir dünya için evet nakittir. Malum günlük-aylık-yıllık zaman tanzimlerimiz çalışma-para kazanma saatlerimize göre planlanıyor. Bütün gelecek planlarımızı işe girme, terfi alma, emekli olma gibi dönüm noktaları belirliyor.

Öte yandan bu sözün ima ettiği asıl mânâya nüfuz ettiğimizde o kadar da masum görünmüyor. Bir düşünelim, belirli bir ömürden eksilmekte olan sınırlı zamanımızı, ömrümüze ait belli başlı gereklilikleri karşılamaya yarayan “para” gibi bir araç ile değiş tokuş ediyoruz. Ömrümüzün değerini paraya göre biçiyoruz, vaktimizin ne kadar değerli olduğunu göstermek için paraya başvuruyoruz. Yani “Vakit nakittir.” sözünü tekrar düzenlersek şu cümleye ulaşabiliriz, “Vakit çok değerlidir, çünkü para çok değerlidir ve para ancak vakit ile elde edilebilir.”

9’dan 6’ya, Pazartesi’den Cumartesi’ye, yılbaşından yıl sonuna, gençlikten yaşlılığa çalışıyoruz, çalışıyoruz ve birim saat başına belli bir ücret alıyoruz. İşverenler bizim biricik zamanımıza belli bir değer biçiyor, parayla. İşverenler bizim günde ne kadar çalışacağımıza karar veriyor, işverenler bizim hangi günler tatil yapacağımıza karar veriyor, işverenler doğum yapan kadının bebeğiyle ne kadar vakit geçireceğine kadar karar veriyor. Çünkü iş verenler paranın sahibi. İşverenler zamanımızın sahibi!

1 kg patatese, 1 litre süte, villaya ya da apartman dairesine, markalı tişörte, markasız tişörte değer biçer gibi değer biçiliyor ömrümüze. Bir saatinin karşılığı şu kadar deniliyor. Oysa vakit nakit değildir, vakit nakitten çok daha değerli bir şeydir. Zaman, sınırlı ömür boyunca sınırlı dünyadaki fani şeylerle değiş tokuş etmek için değil, sonsuz bir ömrü elde etmeye yarayan eşsiz bir hazinedir. Ancak ebedî bir şeyle değiş tokuş edildiği takdirde, zaman asıl kıymetini bulmuş olur. Sonsuzu satın alabilecek zamanı yalnızca sonlu şeyler için kullanmak ne büyük bir akıl tutulması!

Fast-food, yemek kültürümüzü nasıl ele geçirdiyse zaman kültürümüzü de ele geçirdi. Ne yediğine ölesiye dikkat edenler, lokmasını en az 20 kere çiğneyenler bile fast-timedan nasibini aldı. Bugün mide problemlerinden daha fazla ruhsal problemlerle yüzleşiyoruz; Pek çoğunun sebebi zaman hazımsızlığı, stres. Acele acele, üst üste ve şükretmeden, düşünmeden zamanı tüketiyoruz… İşin kötüsü bedenimize baktığımız kadar ruhumuza bakmıyoruz. Helal-doğal beslenmeyi dert ettiğimiz kadar zamanın fıtrî kullanımını dert etmiyoruz. İktisat-israf gibi kavramları sadece yedik-içtiklerimizle sınırlıyoruz. Gerçi boş kalmayı, dünyanın en büyük günahı sayıyoruz. Bu yüzden birisini beklememiz gerekse, hemen telefonumuza sarılıyoruz, sessizliğe dayanamadığımızdan kulaklıklarımızı asla çıkarmıyoruz, seyahat ederken içsel yolculuk fırsatını yok sayıp ya televizyon izliyor, ya uyuyoruz. Kendimizi dinlemeye, tefekkür etmeye, zikretmeye, tövbe etmeye, düşünmeye, gökyüzüne bakmaya, yağmuru izlemeye vakit bulamıyoruz. Yavaş yavaş, pardon, hızlı hızlı ruhumuzu kaybediyoruz.

Her gün verilen 24 saat, evet bizim sermayemiz, onu nasıl kullanacağımıza karar vermemiz gerekiyor. Ama market alışverişi yapar gibi “şu kadar zamanda ne kadar çok iş yaparsam o kadar kârdayım” anlayışı çok da akıllıca değil, zaten kimsenin sermayesi de buna yetmiyor. Zaman yalnızca nicelik ve saat-dakika-saniye değişkenleri içerisinde çözülebilecek kadar basit bir denklem değil. Niteliği önemsemeden yalnızca çokluğa bakarak verimlilik hesabı yapmak da oldukça materyalist bir bakış açısı aslında. “Ne yaptın, nasıl yaptın, neden yaptın” soruları, “kaç tane yaptın” sorusu kadar önemli. Zamanımızın verimliliğini ölçmek için en az iki boyutlu bir cetvele ihtiyacımız var, yatay düzlemde niceliği ölçen ve dikey düzlemde niyeti-sonsuzla ilişkiyi ölçen bir cetvel.

Niyet ya da amaç, zamanımıza renk veren bir boya gibi adeta. Zamanımızın ruhu niyet ile kararıyor ya da nurlanıyor. Yani birim zamanda ne yaptığımız kadar, ne amaçla yaptığımız da zamanımıza dolayısıyla bize değer biçiyor. Eğer nurlu bir maksadımız varsa, zamanın sahibine hizmet ettiriyorsak zamanı, mahiyeti ona göre şekilleniyor. Herhalde bast-ı zaman (zamanın genişlemesi) gibi hâller de bu niyetin bir ikramı olsa gerek.

Dakiklik, saate verdikleri önem konusunda batılı toplumları yere göğe sığdıramayız, elimizden geldiğince de örnek almaya çalışırız. Evimizin her odasında saatler asılıdır, kronometreler, takvimler, saliseye kadar ölçen kol saatleri, günlük-aylık-yıllık plannerlar en büyük kurtarıcımızdır. Saatlerle sarmaş dolaş yaşamayı bir nevi ilerilik, gelişmişlik alameti sayarız. Diğer yandan Greenwich’in batısına göre doğu diye tanımlanan topraklarda insanlar saat-zaman yerine daha olay-zamanlı yaşarlar ve bu geri kalmışlığın bir alamet-i farikasıdır. Bu geri kalmış sayılan ülkelerde saat hayatın içine Avrupa’daki kadar nüfuz edememiştir, insanların yaşayışını saatin ‘tik tak’ları yerine olayların ve insanın iç ritmi belirler.

Robert Levine “Zamanın coğrafyası” adlı kitabında “Zamanı nasıl tanımladığımız ya da ölçtüğümüz neredeyse dinsel bir meseledir” der. Haklıdır da; her dinin, her ideolojinin, her kültürün bir zaman politikası vardır. Burada salt batı kültürü-doğu kültürü karşılaştırması yapmak, zaman algılarını yarıştırmak, aralarından birini seçmek değil amacım. Saat-zaman ya da olay-zaman arasından birisini seçmek zorunda değiliz, bu dayatmaya karşı çıkarak bu diyalektiği bir senteze dönüştürebiliriz. Bir kültürün zaman algısını kopyalamaya kalkıp üstümüze uymayan, belki ruhumuzu sıkan bir kıyafeti giymektense, İslamiyet kalıplarına göre bir elbise dikebiliriz. Kur’ân’daki, sünnetteki zaman algısının keşfine çıkabiliriz. Saati tanrılaştırmak ile tembellikle ömrü çürütmek arasında bir yerlerde daha “vasat” bir yaklaşım olmalı. Zamanın değersizleştirilmediği ve bir yandan da zamanın, Mâlik-ül Mülk’ün bir mahlûku olduğu hakikatini unutturmayan…

 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*