İnsanın ötekiyle kaçınılmaz karşılaşması

Savaşlardan, ölümlerden, silahlardan nefret ettiğimiz kadar başka bir şeyden nefret etmemişizdir. “Şu kadar insan öldürüldü, şehit oldu, kazaya kurban gitti” başlıklı haberler vicdanımızı rahatsız eder, ruhumuzu sıkar. “İnsan” denilen mahlûk üzerine düşünmemize sebep olur. İnanamayız; nasıl bir insan bir insanın canına kast eder. Görünenler dünyasındaki bedene verilen zararın “zulüm, katl, kötülük” olduğunu algılamakta hiç zorlanmayız.

İnsan maddî âlemle kayıtlı olduğu hâlde, maddeden ibaret değil, yalnızca maddeden sorumlu da değil. Buna rağmen “zahirperestlik” hastalığı sebebiyle olguları yalnızca maddî âleme hapsedebiliyor. Mesela, bir çocuğa uygulanan psikolojik şiddet, fiziksel şiddet kadar önemsenmiyor. Oysa çocuk bir patates olmadığı için, nasıl bedeni hırpalanıp zarar gördüğünde canı yanıyorsa ruhunun ve kalbinin yaralanmasından da acı çekiyor ve zarar görüyor. Fiziksel şiddete maruz kalan çocuğun vücudundaki yara hemencecik iyileşiyor da ruhundaki zamana yayılıyor.

İnsanın bedenin ömrü 60-70 yıl gibi kısa ve fani bir zaman dilimiyle ve yaşam alanı dünya gibi bir mekân ile sınırlandırılmış. Ruh ise mekân ve zaman konusunda çok daha sınırsız ve özgür. Dolayısıyla fiillerimizin maddî sonuçları kadar manevî sonuçlarından da sorumluyuz. Belki ruhun ihatasının genişliği sebebiyle bu sorumluluk çok daha büyük. Bakış açımızı (nazarımızı) ne kadar maddeden mânâya kaydırabilirsek o kadar beşerden “insan”a dönüşüyoruz, iman haritamızı detaylandırıyoruz.

O zaman “savaş, ölüm” gibi kavramları biraz bağlamından sıyırıp, hakikatinde ne ifade ettiğine bir göz atabiliriz. İnsan insanı yalnızca kılıçla mı öldürür? İnsan insandan yalnızca mal-para mı hırsızlar?

Beşer; renk, sima, mizaç itibarıyla çeşit çeşit yaratılmış. Bu çeşitlilik her ne kadar bir “birlik-vahidiyet” içerisinde olsa da “ehadiyet” cilvesiyle bir başka insanı bizden kaçınılmaz olarak “farklı” yapıyor. Çoğu zaman bu farklılık keşfedilmesi gereken bir hazineden çok tehdit unsuru olarak algılanıyor bizim tarafımızdan. “Ben bunu şöyle şöyle anlamışken, bu neden böyle düşünüyor? Bu neden böyle amel ediyor?”

İnsan kendisinin doğruluğuna kapılıp, hakikati tek renge hapsediyor. Bu kendine dönük bakış açısı ve farklının varlığını kabullenememe “manen öldürmek” gibi tatsız sonuçlara götürebiliyor bireyi.

Geniş âlemdeki savaşlardan, yamyamlıklardan daha fazlası her gün günlük hayatta gerçekleşiyor. Birçok farklılık ve karşılaşma; barış, anlayış ve genişlemeyle değil de savaş, öfke ve küçülmeyle sonuçlanıyor. Devletlerin savaşlarına tiksintiyle bakanlar ötekini beğenmeyerek, onun yaratılmışlığını küçümseyerek rahatlıkla her gün manen insan öldürüyor. Hatta beğenmediğini yine bir ötekiyle paylaşarak “ölü eti” yiyor. Sonra da “O da öyle yapmasaydı canım”la haklı duruma çıkıyor. İnsanın kendisinden başkasıyla, ötekiyle karşılaşması kaçınılmaz bir gerçek ve çözülmesi gereken bir sır olarak günlük hayatta önemli bir yer kaplıyor.

Risale-i Nur’da 22. Mektup’ta “Ümmetimin ihtilafı rahmettir.” hadisi üzerine bir okuma yapılır, burada “müspet ihtilaf” gibi bir kavramdan bahsedilir. Dar dairede de geniş dairede de aynı kanunlar geçerli olduğu için zikredilen ihtilafı mezhepler ya da bireylerin farklılığı, hatta bireyin kendi içindeki farklılığı olarak anlamlandırabiliriz. Bu bahiste adeta “ihtilafın hikmetini” gösteren bir tespitle karşılaşırız, “Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder.”

Öyleyse, aslında “fikirlerin çarpışması ve farklılık” hak ve hakikate hizmet için var. Hakikat bir tek insanın, fikrin, grubun nazarıyla kayıtlı değil; hakikat çok renkli ve köşeli. Farklı farklı mizaçlar aynı maksat için birleşirlerse hakikatin farklı köşelerini gözlemliyorlar. Bu gözlem ve ihtilaf akabindeki uzlaşma, hakikati bir bakanın sınırlı bakışından kurtarıp daha geniş bir açıdan görme ve gösterme imkânı sağlıyor. Aynı binaya farklı açılardan bakılırsa o binanın 3 boyutlu bir resmi çizilebilir, ortak çalışmayla küllî bir sonuç elde edilir. Ancak bir nokta-i telaki, ortak nokta belirlenmezse farklı açılardan bakmanın getirdiği bu avantaj kaybedilmiş olur, elde yalnızca birbiriyle âlâkasız resimler ve kaos olur. İhtilaf inşikaka dönüşür.

Gaye “BİR” olmayınca kişi ötekiyle bakmak yerine ötekine kendi hesabına bakıyor; bazen öteki hesabına uymuyor, kendi gibi olmuyor. Beşerin nazarı “hakikatten” “eneye” kaydıkça farklılık ve karşılaşma hâli de maddî-manevî savaşları ve çatışmaları netice veriyor. İnsan olan insan ise, farklı ayinelerdeki yansımaları görerek O’nu tanıyabiliyor ve ancak “kıyas” yoluyla öğrenebiliyor. İnsan farklıyla karşılaşınca, esmanın başka yansımalarını görünce genişliyor. Başlangıçta yalnız kendisini bilirken ötekiyle karşılaşıyor, hayret ediyor. Hayret içerisinde hakikatin başka bir köşesini, esmanın başka bir yansımasını tefekkür ediyor. Böylece yine “BİR”e ulaşıyor ancak “BİR” artmış ve genişlemiş oluyor.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*