Kaygılı olduğumuz bir an duralım. Bedenimize ve içimizden geçen seslere odaklanalım. Kalbimizin düzensiz çarpıntısı, karnımıza giren ağrı, kafamızın arkasında fısır fısır konuşan ses ne anlatıyor bize?
Okuldaki sınavlardan mı bahsediyor? Düğün hazırlıklarından mı ya da yavaş yavaş kaybettiğimiz gençliğimizden, güzelliğimizden mi dem vuruyor?
Arkadaşlarımızın, akrabalarımızın, hocalarımızın bizim hakkımızda ne düşündüğü mü, yoksa sabah gittiğimiz doktorun kaygılı bakışları, kafa karıştıran teşhisleri mi dönüyor tekrar tekrar zihnimizde? Evlatlarımızın geleceği, eşimizle olan ilişkimiz hakkında senaryolar mı sıralanıyor? Bu düşüncelerin izini sürsek, katman katman derinine insek, ne göreceğiz orada? Varoluşçu psikoterapinin önde gelen isimlerinden biri olan Irvin Yalom’a göre, ölüm (death), özgürlük (freedom), bir başınalık (isolation) ve anlam (meaning) şeklinde sınıflandırabileceğimiz bu temel felsefî endişeler (angst) yüzeydeki kaygılarımızın yapıtaşlarını oluşturur. Varoluş (existence) teriminin kökü Latince’de “ex-sistere”dir, “belirmek, ortaya çıkmak” mânâsına gelir. Varoluşçu yaklaşım, insanı, biyolojik birimler, işlevsellikler, mekanizmalar topluluğu olarak değil de “sürekli olarak yeniden var olan, var olmakta olan” bir varlık olarak kabul eder.
Farkında olalım ya da olmayalım bir gün yok olmaktan ve arkamızda hiçbir iz kalmamasından, bedenimizin ve kişiliğimizin var olmayı hiç tatmamış gibi buharlaşmasından, sevdiklerimize dokunamamaktan, seslerini bir daha duyamamaktan, sonsuz bir ayrılık ve hiçlik hâlinden korkuyoruz. Varoluşçu psikolojiye göre yaşadığımız her an farkında olmasak da ölümlü olmanın kaygısıyla hareket ediyoruz. Eğer her anımızda ölümlü olduğumuz bilincine sahip olsak günlük hayatımızı devam ettirmemiz neredeyse imkânsız olacak. Öte yandan ölümü sürekli olarak inkâr etmek, tecrübelerimizin ve farkındalığımızın kısıtlanmasına neden olacak.
Özgür olmak; yaşadığımız sürece ne yapacağımıza, neye inanacağımıza, yaşadıklarımızı ve hissettiklerimizi nasıl anlamlandıracağımıza karar vermek demektir. Varoluşçu yaklaşım insanın kim olduğundan ve kim olacağından sorumlu olduğunu söyler ve kaygılarımız bu sorumluluğu hissettiğimizde yoğunlaşmaya başlar. Çünkü karar vermek, kişinin hayatını muhasebe etmesini ve sınırlılıklar ile ihtimaller arasındaki gerilimle yüzleşmesini gerekli kılar. “Kişi hayat durumunun sorumluluğunu kabul eder ve değişmeye karar verirse, geçmiş hayatındaki enkazın da sorumluluğunu tek başına üstlenmek ve hayatını çok önce de değiştirebileceği gerçeğini kendi kendisine itiraf etmek zorunda kalır.” (Irvin Yalom 1980) Hayatımızdan sorumlu olduğumuzu kabul ettiğimizde yalnızlığımızla da karşı karşıya geliriz.
İnsanın içinde, bir başkasıyla mutlak bir yakınlık kurma arzusu vardır. Belki de bu arzu tüm sanatların, özellikle de edebiyatın çıkış noktasıdır. Ne çok hayâlini kurarız, ne de çok tutkuyla arzularız bu bir olma hâlini. Şiir okuruz, şarkı dinleriz ve sonra isteriz ki bir başkası da okusun o şiiri, bir başkası da dinlesin o şarkıyı ve tıpkı bizim gibi hissetsin. Güneşin batışını izlerken bir başkası da olsun ve beraberce hayretle, huşuyla paylaşalım o anı. Öyle bir uyum olsun ki, o anda ve o kişiyle mutlak bir ahengin içinde eriyip çözülsün bir başınalığımız. Oysa mutlak yakınlığı bu dünya içerisinde bulabilmek bir yana, anne karnında bulduğumuz yakınlığı bile bir daha tecrübe edemeyeceğiz. Bedenimizin, zihnimizin sınırlarından geçip bu bir olma duygusunu anlık sezişlerimizin ötesine götüremeyeceğiz. Varoluşçu yaklaşım, öteki ile aramızda aşılamayacak olan bu boşluktan kaçmak için ait olduğumuz gruba, topluma mutlak uyumu eleştirir. Bu bir başınalıkla ve dünya tarafından terk edilme hâliyle yüzleşebilmeyi, onu kabul edebilmeyi ve gerekirse bu süreçte acı çekmeyi, hayatımızdaki anlamı bulabilmek için gerekli görür.
Tıpkı bu bir başınalık hâli gibi, ölüm de bizi hayatı anlamlı yaşayıp yaşamadığımızı sorgulamaya iter. İnsan yaşadıklarını anlamlandırabildiği zaman acı çekse bile hayata tutunmaktan vazgeçmez. Ben neden bunları yaşıyorum? Bunlar neden benim başıma geldi? Nasıl yaşamalıyım? Neden varım? Bu temel soruların cevabını bulmak, hayatın bir rastlantılar dizisinden oluştuğunu varsayan bir ontoloji içerisinde daha zordur. Kâinatın bir tasarım sonucu oluştuğuna ve bu sistem içinde bir vazifesi olduğuna inanan insan, anlamsızlık boşluğuna karşı kendini daha güvende hissedebilir. Fakat bu sistem içerisinde bir vazifesi ve bir rolü olduğuna inanma ihtiyacı, bu inancın sağladığı güven hissi, bazen kişiyi “anlam”a dair temel soruları sormaktan alıkoyabilir. Ya da kabul ettiği kozmik inanç sistemi içerisindeki söylemleri kullanarak, yüzeysel cevaplarla bu soruları geçiştirebilir.
Varoluşçu yaklaşıma göre, kaygılarımızı ve fanîlikle yüzleştiğimiz tecrübeleri, kendimizin ve hayatın anlamı üzerine düşünmeye başlayabileceğimiz fırsatlara çevirebiliriz. Peki, Yaratıcı’ya, onun merhametine, hikmetine, ilmine ve kudretine inanan insan için ne ifade eder ölüm? Dünyanın, kâinatın içinde tatmin edemediği yakınlık arzusunu nerede arar bu insan? Sonsuz bir ilim ve kudretin karşısında karar vermenin yükünü omuzlamak ne mânâya gelir?
İnsan tıpkı bir sarmaşık gibi bir başına duramaz ve sarılıp destek alabileceği, kimi zaman bir ağaç gövdesine, kimi zaman bir duvara, kimi zaman da nazenin bir dala ihtiyaç duyar. Fakat hayat öyle gariptir ki, insana en kuvvetli gövdenin de, en sağlam duvarın da, en nazenin dalın da çürümeye, dağılmaya, kırılmaya mahkûm olduğunu gösterir. İnsan, yakınlık arzusu ve yalnızlık korkusuyla dünyaya ve içindekilere sarılmaya çalıştıkça fanîlikle kucaklaşır. Her an dünya ve içindekilerin yok olması ve onlar tarafından terk edilme tehdidiyle yaşar. Fanîlik bilinci öyle bir simyadır ki, neye değse onu bir anlam arayışına çevirir, insana nasıl yaşaması ve neyi seçmesi gerektiğini sorgulatır. Belki bu tecrübelerle insan tüm benliğiyle ve kalbiyle “Ya Bakî entel Bakî” diyebilir ve Bakî olanın isimlerini, sıfatlarını ve şuunatlarını hakikî mânâsında anlayabilir, en azından anlama yolculuğu içine girebilir.
Varoluşun temel kaygıları olan ölüm, özgürlük, bir başınalık ve anlam arayışı nasıl varoluşçu psikolojiye göre insanın kendini gerçekleştirmesi için birer fırsatsa, bir Müslüman için de marifetullah ve muhabetullah yolunda en önemli vasıtalar olur.
İlk yorumu siz yazın