Korku ve ümit

Korkuyu ve ümidi, bir teraziye benzetelim mi? O, eski terazilere. Kefeleri var ya, kefe denir onlara biliyorsunuz. Evet, kefe… Şimdi artık farklı teraziler var. Elektronik deniyor, dijital deniyor, bir şeyler deniyor. Yani kelimeler de artık bize yabancılaşıyor eşyalarla beraber. Öyleymiş zaten. “Tren gümrükten ismiyle beraber geçti” diyorlar ya… Evet, kullana kullana bizleşmişse artık onları da kaldırıp atamıyoruz.

Korku ve ümit, bütün bir hayatımızda bizi takip eden veya bizim takip etmemiz gereken iki yol, iki çizgi, iki kefe… O uçlarına da horoz denilirdi. Horozibikleri gibi… Son yıllarda pek görmüyorum. Diyor ki Cahit Sıtkı, “Korktuğum Şey” isimli şiirinde:

“Gün çekildi pencerelerden,
Aynalar baştanbaşa tenha…
Ses gelmez oldu bahçelerden;
Gök kubbesi döndü siyaha.
Sular kesildi çeşmelerden;
Nerden dolacak bu tas, nerden?”

Ömrün sonunu anlatıyor; değil mi? Adım adım korkuya götürüyor bizi. Bakalım ümide taşıyacak mı:

“Nergislerin açtığı yerden;
Ey kuş uçurtmayan ejderha”

Ölüm mü, bu? Peşimizde; değil mi! Korku hep bizimle beraber geziyor. Ne vardı onun yanında hemen; ümit, değil mi?

“Ne yardan geçilir, ne serden.
Korkuyorum, gecelerden.
Bel bağladığım bu tepelerden,
Gün doğmayabilir bir daha”

Evet, “Korktuğum Şey” diyerek ölümü anlatıyor. Biraz da bize ümit verseydi burada, olmaz mıydı! Evet, ama şiir güzel…

Peki, korku “gece” olsun; gündüz de “ümit”. Hemen yanı başında değil mi? Peki, korku “kış” olsun, gece de “ümit”. Yani, teşbihte hata aranmaz denilir ya… Benzetme yapıyoruz. Korku, “hastalık” olsun; şifa da “ümit”…

Aslında, terazinin iki kefesi gibi gidip geliyor hayat. Korku olmasaydı, ümit olmazdı. Gece olmasaydı, gündüz olmazdı. Hastalık olmasaydı, sağlık olmazdı. Ölmek olmasa dirilmek olmazdı.

Sadece korkutarak eğitim, terbiye veremeyiz. Bir elimizde korku, bir elimizde de hep ümit olmalı… Eskiden çok korkuturlarmış. Geçen birisi anlatıyordu da. “Hocanın elinde kızılcık sopası olurdu” diyor. Şimdi de çok gevşek yalnız. İşte hayat, korku ve ümit arası bir denge olsa gerek…

“Oldum, bittim” ümidin zirvelenişi… “Öldüm, bittim” korkunun zirvelenişi… Ne oldum bittim, ne de öldüm bittim. Kalbimize, aklımıza şunu nakşetmeliyiz: Oldu bitti bir denge… Oldu bitti bir ortalamayı tutturmamız gerekiyor.

Hani Nasrettin Hoca’ya: “Hocam, yazı mı seversin yoksa kışı mı?” denilince: “Baharı kör mü koydunuz?” diyor ya… Bahar, mevsimlerin ortalaması mı acaba? İçinde sonbahar var; zaten kendisi bahar… Bir kenarı yaz… Hani geceleri kışa yakın hâlleri de olabilir zaten baharın; değil mi? Evet, bahar bir ümit aralığı. Çekirdeğin çürüdüğüne de üzülebiliriz değil mi? İşte bu da korku… Sonra çıt çıt çıt, bir ümidi aralar. Mağarada kalanların duası gibi. Hani içinizde bir iyilik yapan varsa, kim ne yaptıysa, işte onun hürmetine bu mağaranın önüne gelen taş ötelensin diye dua ediyorlar ya…

Evet, yapılan iyilikler ümit; kötülükler korku değil mi?! Savaşlar korku; barışlar ümit… “Hazır ol cenge; sulh-u salah istersen” diyor, şair. Cenk ve sulh/savaş ve barış… Korku ve ümit…

Gönül istiyor ki, hiç hastalanmayalım. Gönül istiyor ki, savaşlar hiç olmasın. Olmasın elbette. Hastalanmak için dünyaya gelmedik; savaşmak için de gelmedik. Aslında o korku bize neden veriliyor? Ümidin kapısının hep aralık olduğunu görebilelim diye… Yoksa açlık bir korku; doymak bir ümit ise eğer, işte o doymanın, o ümidin, o barışın, o sevginin daha bir tadına varalım diye böyle zıtlıklar yurdundayız. Böyle bir dünya işte!

Hani edebî sanatlar vardır. Söz sanatları dediğimiz düşünceyi açan yollar… Önceleri bunların neden olduğunu düşünürdüm. Çok da anlatan olmadı öyle. “Bak; bu sanat, hayatın şurasına bakıyor. Bu, böylesine hayata bir kapı, pencere aralıyor” diyen pek olmadı. Biz kuru bilgi olarak öğreniyoruz birçok şeyi aslında. O  bilginin hayatta ne işe yarayacağını; işte korkunun ve ümidin anlatılmadığı gibi, pek anlatmıyoruz. Geçip gidiyoruz. Hayat, aslında geçip gidilecek bir şey değil. Durulacak bir şey. “Dur, Düşün!” diye bir yazı hatırlıyorum, orta mektepten… Türkçe kitabında… Yazarı kimdi; bilemiyorum da… Yanlış olabilir söylersem. “Dur, düşün!” Orada bir virgül hatırlıyorum: “Dur, düşün!” Sonra ünlem gibi… Böyle gözümün önünde sanki.

Düşünmek için durmak lâzım… Göğe bakmak için durursunuz. Giderken de bakarsınız da dikkat etmeniz için durmanız gerekiyor. Niye söyledim bunları? Edebî sanatlar var. Meselâ tezat sanatı var. İşte iyilik, kötülük… Evet, tezat/zıtlık diye anlatıyoruz da… Gece gündüzü; hastalık, sağlığı tamamlıyor. Yoksa sağlık yarım kalır, ümit yarım kalır. Evet, korku olmazsa ümit yarım kalır. Olsun istemiyoruz, ama savaş, barışı tamamlıyor veya daha bir görünür kılıyor.

Her şey yerinde olursa, Hakîm ismine uygun olursa buna kimse bir şey demez. Ama sırf iş olsun diye iş yapılırsa; o zaman sıkıntılar ortaya çıkıyor. İşte tezat sanatı, hayatın bu yönlerini göstermek içinmiş. Açlık olmazsa; yerken o lezzeti alamazsınız. Peki… Bir sarmaşığın önünden geçtiniz mi bugünlerde? Hemen bizim evden çıkınca bahçede bir boruya dolanmış. Çok nazik bir bitki. Bütün bitkiler öyle… Bütün hayvanlar çok nazik aslında. Biz de çok nazik yaratıldık; sonradan kendimizi kabalaştırıyoruz. Evet, bak; nezaket ve kabalık… Yani biri korku, biri ümit…

Nazik insanları severiz; değil mi! Yardım isterken de ”Güler yüzlü insanlardan isteyin” deniliyor. Asık suratlı insan; korku… Güler yüzlü insan; ümit… Zindan; korku… Orada bir pencerecik varsa işte, o ümit…

Evet, hapishane, zindan, hastane… Başka? Kabristan mı diyelim. Korkutuyor insanı değil mi? Eveeet… Peki, kabir ve şehir… Mezarlık ve şehir… Biri korku, biri ümit mi? Yok; orada biraz duralım. Hele bu ahir zamanda, şehirden mezarlığa geldiğinizde o sessizliği, o dinginliği bir görün derim aslında. Aslında orada-n bir ümidi aralıyorsunuz. İlk önce şehrin içine mezar yapmış atalarımız; şehir oradan nefes alıyor. Şehir, şu anda biraz korkuya benziyor. Şehirler ürkütüyor, korkutuyor. Şehir, artık bir gevezeliği temsil eder hâle geldi. Bir gürültüyü tersim eder hâle geldi. Evet, evet; insanı yaka paça ediyor neredeyse bu korku; değil mi? Oradan oraya bir telaşeden ötekine atıveriyor. Bunlar yaralıyor insanı. İşte tam bu arada, biraz şehir dışına çıktığınızda şöyle bir gökyüzüne bakmaya başlıyorsunuz. Bir bulutla göz göze gelin. Bir çocukla göz göze gelin. Ne bileyim şöyle bir sarmaşıkla göz göze gelin; ümidin rengiyle karşı karşıya kalacaksınız.

Gülmek ümit; ağlamak korku mu? Yok, sevinç gözyaşları da var. Sevinçten de ağlarsınız. Acıdan güldüğünüz de olur. Rahmetli annem öyle derdi: “Güldüğüme bakma; çok kızıyorum; sinirimden gülüyorum” derdi. Korkutur muyduk acaba? Yanlış şeyler yapmamızdan korkardı; evet! Onun da korkusu oydu. Annelerin bir korkusu var. “Ya çocuklarım, çocukluğunu unutursa…” diye. “Çocuklarım bu neşesini kaybederse…” diye. İşte bir korkuya doğru gitmesin diye, annelerin korkusu… “Çocuksuz” kalmasın kalbimizin bir köşesi, köşecikleri diye. Kalbimizi şöyle bir dinlersek; şehirden, telâşelerimizden çıkıp, kalbimizin ümit ümit attığını göreceğiz, duyacağız, hissedeceğiz

Evet… Bir yanımız korku, ayrılıklar, yokluklar, dargınlıklar, kızgınlıklar, telâşeler bizi bir korkuya sürükler. Fakat, “Bu da geçer ya Hû…” dediğimizde, ümidin kapısını aralarız.

Bir şey yerinde durmuyor ki, hayat devam ediyor. Ölüyü gömüyorsunuz; hayata koşuyorsunuz. Geçenlerde babamın arkadaşının hanımı, yıllar sonra arkadaşının yanına gitti. Oradan taziye evine gittik. Sofra hazır hemen bir şeyler yapılmış. Hayat devam ediyor. Şöyle bir baktım; yüksekçe bir yerdeydi taziye evi. Şehri seyrettim. Ölümü düşündüm, hayatı düşündüm. Alnımı rüzgârlar okşuyordu. “Ne güzel bir yermiş burası” dedim. Ölümü hemencecik unuttum. Yok, yok; ölüm-hayat kol kola, beraber geziyor. Ümit ve korku, beraber geziyor. Ölmek ve yaşamak, beraber geziyor. Düşmek ve kalkmak beraber geziyor.

Giderken beni karanlığa terk etme; o cümleyi söyle: Allah’a ısmarladık…

(Hafta içi her gün saat 16.30’da, tekrarı 21.00’da İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*