Ölüm


Rüştü Onur diye genç bir şair… Yirmi iki yaşında ölmüş. Ölüme gidişini şöyle anlatıyor: “Önce öksürüverdim, öksürüverdim hafiften. Derken ağzımdan kan geldi. Bir ikindi üstü; durup dururken… Meseleyi o saat anladım. Anladım, ama iş işten geçmiş ola. Şöyle bir etrafıma baktım. Baktım ki, yaşamak güzeldi hâlâ. Mesela gökyüzü maviydi, alabildiğine. İnsanlar dalıp gitmişti, kendi âlemine.” Meseleyi o saat anladım, diyor, kan tükürünce. “Benden zarar gelmez; Kovandaki arıya, dalındaki kuşa. Ben kendi hâlimde yaşarım. Sebepsiz gülüşüm caddelerde; Memnuniyetimden” diyor, bir başka şiirinde.

Yaşamayı ne kadar seversek sevelim; ölüm “tak, tak, tak” kapımızı çalacak. “Çalma kapıyı ölüm; Ben ölecek adam değilim.” gibi şeyleri kesinlikle dinlemiyor ölüm. (Bu mısralar da Cahit Sıtkı’nın.) Bunları konuşuyoruz, fakat yine hayata bir yerden başlıyoruz. Elbette ki hayata bir yerden başlayacağız. Fakat bunları konuşuyorsak hayatımız biraz değişmeli; değil mi?

Ölümün olduğu yerde, kavgalar olmaz değil; olur da… Yani bir sefer daha düşünmek lâzım. Bu kavga niye? Ölümün olduğu yerde, gözlerimizin içine biraz daha dalgınca, dalmışça, çıkmazca bakalım. Çünkü ayrılacağız. Çünkü öleceğiz. Ölüm nedir? “Kapı arkası gurbet” der, atalar. İşte her nefes doğum, her nefes ölüm…

Başta demiştik ya hani, hiç öldünüz mü, diye… İşte verdiğimiz her nefes; öldüğümüzün resmidir. Alırken doğuyor; verirken ölüyoruz.

Kaç yaşındasın, on, yirmi, otuz, kırk, elli, yüz… Yok, yok; öyle yüze gelen. Türkü de öyle diyor değil mi: “En çok yaşayan yüz yıl yaşıyor.” Evet, ortalama ömür belli… Ortalama ölüm belli… Hani var ya: “Yaşlılar sırayla; gençler arayla…” Ama gidiyoruz yani. Nereye? Meçhule değil. “Meçhule giden bir gemi kalkar, bu limandan” dediği değil; Yahya Kemal’in. Meçhule değil; meşhura gidiyoruz. Meşhuruz tabiî; çok meşhuruz. “Her şeyin Sahibi” bizi tanıyor. Bunu bir kere bilelim. Bir kere; tanınan, bilinen biriyiz.

Sen beni tanıyor musun? Evet, evet; tanıyorum tanıyorum. Tanımama gerek yok benim; seni tanıyan tanımış. Sen insansın, sen ölümlüsün. Ben seni tanıyorum. Fakat bu sözü biz övünmek için, gurur için, üstün gelmek için söylüyoruz da gerek yok üstünlük davalarına, ben üstünüm diye kavgalara, savaşlara bulaşmalara gerek yok. Zaten biz üstün yaratılmışız. Aşağıda değiliz; yukarıdayız. İnsanız, bütün yaratılmışların üstündeyiz. Ne diyor, Yunus: “Dağ ne kadar yüce olsa; yol üstünden aşar.”

Biz hayatın üzerinde bir yoluz, her yere uğrarız. Ayrılığa, korkuya, açlığa, tokluğa, ölüme… Dünyaya gelmişiz bir kere; gideceğiz. Fakat hayatı yaşayamadan, ölümü anlayamadan, hayatı ve ölümü, karşımıza alıp konuşamadan çekip gidiyor çoğumuz. Farkına varmadan yaşarsak; farkına vararak ölürüz. Bir farkına varış var yalnız; bunu da bilelim.

Biliyor musunuz? Ömrümüzü nerede çürütüyoruz? Atalarımız hayatı, ölümü fotoğraflamış. Meselâ “ölüp ölüp dirilmek”, demişler. Hiç öldünüz mü, demiştik ya. Demek ki biz, ölüp ölüp diriliyoruz. Sıkıntılarda ölüyoruz; rahatlayınca diriliyoruz. Hayatın, binbir rengi var, binbir deseni, binbir bestesi… İşte o bestelerde, o renklerde, o desenlerde… hangilerinde yaşıyorsak; işte o yaşadığımız desende, renkte, seste, heveste, bakışta ruhu teslim edeceğiz. Teslim edilmesi gereken bir ruhumuz var. İyi bakmamız gerekiyor ona. Teslim etmemiz gereken bir emanetiz biz, bize. Sağ salim aldık, sağ salim verelim.

Bütün mevsimler bize diri diri gelir. Canlı, capcanlı, heyecanlı… Onları öldürüp mü yaşıyoruz; güldürüp mü yaşıyoruz? Neden dört mevsim? İlkbahar, yaz, sonbahar, kış. Her gün/de yaşadığımız şeyler bunlar.

Hiç öldünüz mü, derken; geçenlerde bir yerde oturuyoruz, bir çay sohbetinde. Önce anlayamadım. Biri imtihana çekti beni. ‘Hiç öldünüz mü’yü onun için sordumdu. Geceleri ölüyoruz; değil mi? Adam bunu anlatmaya çalışıyormuş. Halktan biri… Yani, hayat pişirmiş adamı. Gece… Bir mezarlığa giriyoruz. “Mezarlıkta yatınız mı?” dedi. Öyle, bir şeyler sordu. Üstümüze kefenimizi kendimiz çekiyoruz. Hele bir de beyazsa. Onu kefen olarak kabul edebiliriz. Gece zaten kefenmiş. “Siyah kefen” diye geçiyor kitapta. Gece, şöyle bir sıvanıyoruz zaten. Ölüme hazırlıyor bizi Allah, her gece. Cennet’e hazırlıyor bizi Allah. Her bahar, her gündüz, her diriliş… Aslında, her ân her şeye hazır eyliyor bizi, o sonsuz güç. Hiçbir şey bize güç gelmesin diye… O bizi çok seviyor. Ne kadar kadar farkındayız? Bir güç bizi her şeye hazırlıyor. Onun olmadığı bir yer yok ki… Hayat, onun verdiği… Ölüm, onun verdiği… Bize düşen, bunları insanca kullanmak. İnsanca yaşamak, insanca ölmek. Hayatla ne kadar tanışırsak, hayatı ne kadar seversek, hayatla ne kadar kol kola isek, ölüm de bize o kadar tanıdık gelecek diye düşünürüm.

Hayat, ölümle kol kola. Biz, en çok hangisi ile kol kolayız. Hayatla gibime geliyor, kendimden yola çıkarak. Ölümü, çok da öyle kolumuza takmak istemiyoruz. Ama o, bizim hep gözlerimizin içine bakıyor. “Sordum sarı çiçeğe: Annen baban var mıdır? Çiçek eydür derviş baba: Annem babam topraktır” şiirinde ölümü soruyor bir de, değil mi: “Sordum sarı çiçeğe: Sizde ölüm var mıdır? Çiçek eydür Yunus baba: Ölümsüz yer var mıdır?”

Çocukken gittiğim bir tiyatroyu hatırladım, şimdi. Babam zaman zaman beni tiyatroya götürürdü. Tiyatro dediysem öyle her yere götürmezdi. Anadolu… Muhafazakâr insanlarız. Neyi muhafaza ediyoruz? İnsanlığımızı muhafaza edelim diye… Buradan kendilerine uzun ömürler, sağlıklı ömürler diliyorum. Onlar (tiyatrolar) işime yaradı. Biri Yunus Emre idi bu tiyatrolardan. Yunus, ölümsüzlük diyarı arıyor. Bu yüzden diyar diyar geziyor. Geldiği yerdekiler de soruyor. Kimsin, nesin diye tanıştıktan sonra: “Ben” diyor,“ölümsüzlük diyarını arıyorum. Bana Yunus derler, Derviş Yunus derler.” diyor. Sırtında torbası, bir değneğe takılı…

İşte o, eski derviş kıyafeti. Derviş kapı arayan anlamına geliyormuş. Der-kapı, viş-arayan anlamına geliyormuş. Yanlış hatırlamıyorsam. Bir hocamızdan bende kalan… Aklıma da yattı, insan her ân her dem kapı arar ya! Aramayan insan mıdır! Arayan bulur ya belasını ya Mevlâ’sını… Biz Mevlâ’mızı bulanlardan olalım. Ama arayan mutlaka bulurmuş. Arayanlar bulur. Bulanlar, arayanlar… Başka kim olabilir ki! Ölüm bizi bulacak. Biz ölümü aramayalım. O, bizim peşimizde… Yanımızda, dibimizde, gözlerimize bakıyor. Ha bugün ha yarın…

“Bütün gelecekler yakındır” denildiği gibi. İşte, yanımızda. Gelecekse yakındır. Uzağı, yakını olmaz o zaman geleceğin.

Herkes birbirine bakıyor; ölümsüzlük diyarını arayan bu gencin sorusu karşısında. Diyor ki oradakilere: “Siz ne yapıyorsunuz? Siz buradakiler buradan taşınıyor musunuz?” Diyor ki oradakiler: “Biz burada bekleriz. Şu dağın ardından bir ses gelir: Ali, Ömer, Ahmet, Yusuf, Fatma… Ve sırası gelen gider. Burada kalan yok. O demeye bir ses geliyor, sahne arkasından: “Yuunuus… Yuunuus…” Herkesin kaçıştığı dün gibi aklımda… Yıllar öncesinden bir piyes… Yunus’da da bir şaşkınlık… Herkes birbirinin gözüne bakıyor. Kimse kimseye bakamıyor veya. Onların kaçışmaları böyle sürüklenircesine yerlerde. Koşarak da değil sanki, siperde, kurşun gelmesin diye, ölüm gelmesin diye. Ses hâlâ devam ediyor: “Yuunuus… Yuunuus… gel!” Orada Yunus’tan başka Yunus da yok. Ve çaresiz… sesin geldiği yere seğirtiyor.

Çareli aslında. Ölüm, çaresizlik değil ki. Yunus torbasını alıyor mu, bırakıyor mu; artık bilemiyorum ama çekip gidiyor. Nereye? Ölümsüzlüğe… Kanlı ve gözyaşlı dünya. Az gittik, uz gittik. Geride baktık ki…

Az biraz uzlaşsak diyorum. Kavganın sonu yok. Adlarımız aynı: İnsan… Kitaplar, yolcu olduğumuzu yazıyor. Yolcu yolunda gerek… Han hamam burada kalacak. Taş toprak her şey…

Bugün bir mezarlığa uğra. At şu elindeki silahları; ölümü vuramazsın. Ölümü vuran silah yapsalar şimdiye kadar yaparlardı. Biz buraya ölmeye gelmedik; ölümsüzlüğe geldik. İşler bitmeyecek. Her şeyi yüz üstü bırakıp gideceğiz. Yeter ki biz yüz üstü düşmeyelim.

Giderken, beni karanlığa terk etme. O cümleyi, o kelimeyi söyle: Allah’a ısmarladık…

(Hafta içi her gün saat 16.30’da, tekrarı 21.00’da İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*