Ön yargı

“Peşin fikirler muhakemesiz hükümlerdir.”  (Voltaire)

Buna göre peşin fikir, yani ön kabuller muhakeme sürecine ihtiyaç duyar ve müsbet düşünmede akıl yürütmenin bir ilk adımı olabilirler. Düşünmek de ön yargıların bir anlamda düzenlenmesi olmasın!

Bilim, bulguları ile aynı zamanda yeni ön yargılar üretir. Her örnek alandaki çalışma genel hakkında yeni bir ön yargı getirir. Ki bilim böylece ilerleyebilmektedir. Deney ve gözlemle eski ön yargılar test edilip yenileri geliştirilebilir. Bilimin ‘ön yargısı’ durumun doğru hüküm içindeki pozitif ilerleyişini ifade ediyor olmalıdır. Bilimin söz konusu yanılabilirliği, her hâlde, güvenilirliğini de destekleyen bir unsur olarak görülebilir.

Diğer taraftan “göz iyi bir tahmin edicidir” şeklinde bir söz var. Buna “göz kararı” da deniyor. Göz kararı aynı zamanda Matematik’in bir ürünüdür; zekânın ve dikkatin de bir ölçüsü kabul edilir. O hâlde “nazar ve niyet eşyanın mahiyetini değiştirebilir”; karar verici bir “pencere”dir. Kuantum bizim için artık bu ifadeyi anlamayı “normalleştirmiştir”. Bediüzzaman da bu fikirdedir: “Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa, marifet-i İlahîyedir” (Mesnevi-i Nuriye) demektedir.

Bunun ön yargıları besleyecek, doğrulayacak veya düzeltebilecek ileri bir “muhakeme” sürecini gerekli kıldığı söylenebilir. Yani, Einstein’in “Delilik, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir”  ifadesi, süreç ilerledikçe eksiklikler gösterecektir. Bu durumda, örneğin Bediüzzaman’ın özel tecrübelerindeki fikir inceliği, hüküm sağlamlığı bize süreçlerdeki çok fazla gerekliliği (ki bunları nazar, niyet ve mânâ-i harfî ve mânâ-i ismî kavramları üzerinde işler) birden göz önüne koyarak “ön yargı”ları doğru çalıştırmayı ve bunu da “doğru”larla gerçekleştirmeyi gerek-şart görüyor. Bu Bediüzzaman’ın “benim yolum!” dediği yoldur. Meselâ: “Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın?” (Münazarat) böyle bir başlangıçtır.

Montaigne’e göre: “…Aklın bize müteşekkir olmamızı gerektirecek bir şey sunup sunmadığı sorgulanmalıydı: Tutarsızlık, tereddüt, şüphe, acı, batıl inanç, gelecekte (hatta öldükten sonra) neler yaşayacağımıza ilişkin kaygılar, hırs, açgözlülük, kıskançlık, çekememezlik, azgınlık, delice iflah olmaz arzular, savaş, yalanlar, sadakatsizlik, dedikodu, merak… Biz insanlar bunlarla donatılmışız. Vasat düzeydeki, tutarsız mantığımızla, öğrenme ve yargılama kapasitemizle övünüp duruyoruz, oysa ne garip ki bunlar karşılığında ödediğimiz bedel haddinden fazla.”

“Nasıl ki meselâ Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve san’atına tâbi’ olmazlarsa; her bir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik san’atında bir mehareti ve sair taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yani ‘Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için baş başa vereceğiz’ diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır. Öyle de: Binler defa Ayasofya kubbesinden daha san’atlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, kâinat ustasının emrine tâbi’ olmazlarsa; her birine Sâni’-i Kâinat’ın evsafı kadar evsaf-ı kemal verilmesi lâzım gelir” (Sözler) akıl yürütmesi, aklın Montaigne’in belki de öngördüğü problemlerden “münezzeh” bir işleyişinin mümkün olduğunu gösterir.

Doğru her zaman kanıtlanabilir değildir. Her aksiyomda mutlaka bir tane kanıtlanamayan doğru vardır. Kurt Godel’in meşhur yaklaşımı böyle. Biz bunlara “berzah”lar demiştik. Bediüzzaman’ın kâinattaki aklın işi olan çekirdek ve başlangıçlar üzerindeki yorumu her aklın evvel ve ahirinde bilinmezden gelen bilginin, gayb ilminin ezelî olması zorunluluğu ile bizim nefsimizden hâsıl olan ön kabul ve ön yargıların neticesine ulaşabilmesi arasında bir ilişki kurabilir. Şöyle:

“Çekirdek ağaç olmazdan evvel, yumurta kuş olmazdan evvel, habbe başak vermezden evvel binlerce imkân ve ihtimaller içerisinde ve binlerce suret ve şekillere girmek kabiliyetinde iken; o eğri-büğrü ihtimaller, yollar içinden çekilip doğru ve müstakim müntec bir şekle, bir vaziyete sevkedilmelerinden anlaşılır ki, o tohumlar, evvelce de Allâm-ül Guyub’un terbiye, tedvir, tedbiri altında imişler. Sanki o tohumların her birisi, kudret kitablarından istinsah edilmiş küçük bir tezkeredir. Yahut bir fihristedir, ilm-i ezelîden alınmıştır. Yahut Kader kitablarından yazılmış bazı düsturlardır.” (Mesnevi-i Nuriye)

O zaman hangi yargının satırlarına dalıyoruz, hangi düsturların paçalarına yapışıyoruz da netice buluyoruz? Kader her aklın aklı, her kitabın kitabıdır. Kadere iman en iyi “akıl ediş” olsa gerektir. Hâlbuki şu ifade doğru yeri tespit eder:

“Kaderi tenkid eden başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır. (Mektubat)

Seyyid Hüseyin Nasr’ın şöyle bir tespiti var, diyor ki: “Modern uygarlık eleştirici bir zihin ve nesnel bir eleştiri gücü geliştirmiş olmaktan gurur duyuyor, oysa gerçekte aslî anlamıyla bilinen uygarlıklar arasında Batı uygarlığı eleştiri gücü en az olanıdır; çünkü kendi yapıp etmelerini eleştirecek ve yargılayacak nesnel ölçütlere sahip değildir. Bu uygarlık, kendini yeniden oluşturmaya başlayamayacağından her türden reformu gerçekleştirmekte başarısızdır. Aslında modern dünyanın karakteristiklerinden biri, doğru anlamıyla zihinsel muhakeme gücünden ve eleştirinin keskin ucundan yoksun olmasıdır.” (İslâm ve Modern İnsanın Çıkmazı)

(Demek sadece Bediüzzaman’ın Muhakemât’ı bile bu sorunlardan ayrı tutacak, tek başına böyle bir ilk adımdır, diye görmek gerekiyor.)

D. Kahneman önemli bir yeri vurguluyor:

“Bir karar aldığımızda, şu sırayı izlediğimizi zannederiz: Önce gerekçelerimizi bulur, sonra kararımızı alırız. Oysa çoğu kez sıra tam tersidir: Önce kararımızı alırız; sonra buna uygun gerekçeler bulur ve gerekçelerimizin haklı olduğuna kendimizi inandırırız.”

“Ve şanslıyız ki, ön yargı kırılacak bir şey…” (Grey’s Anatomy)

Doç. Dr. Çetin Balanuye; “Son zamanlarda yapılan araştırmalar felsefenin özellikle okul çağındaki çocuklar üzerinde muazzam olumlu etkisi olduğunu gösteriyor. Bu alanlardan en belirgin iki tanesi matematik ve dil becerileri. Çünkü felsefe adeta tüm bilgi alanları için zorunlu olan bir ‘zihinsel hazır bulunuşluğu’ kendisine konu edinen bir alan” diye anlatıyor. O hâlde felsefe öğrenimi ilk başta ön yargı öğrenimi ile başlayabilir mi?

Her hâlükârda, ön yargı kullanılıp silinmeli… “Unutmak” burada önemli bir işleve sahiptir. Çünkü ön yargılar hüküm için kurulacak geçici köprülerdir. Delil içinde ön yargılar inşa edilir; ancak bunların sağlam olmadığı bilinerek geçici kullanıma mahsus kabul edilir. Çünkü hüküm değişmez. Eğer silinmez ve hüküm hâlini alırsa sonrası tam bir baskı ve baskılamaya sebep olacaktır (ilm-i istibdat).

Diğer taraftan: “Karar verirken ön yargılar etkili olabilir. Peki, sezgiler bundan başka bir şey değil ki!” de denebilir. Fakat ne yazık ki daha zeki olmak, daha zeki kararlar almak anlamına gelmiyor. Yıllardır rasyonellik testi üzerinde çalışan Toronto Üniversitesi’nden Keith Stanovich, adil ve ön yargısız karar verme yetisinin IQ seviyesi ile ilgili olmadığını söylüyor. Hatta algısal testlerde yüksek sonuç alanlar başkalarının hatasını kolaylıkla tespit edip eleştirirken kendi yanlışlarına karşı daha az acımasız oluyorlar.

Stanovich bu ön yargılara toplumun her kesiminde rastlandığını, fazlasıyla zeki insanların bile mantıksız davranabildiğini söylüyor.

Kanada’daki Waterloo Üniversitesi’nden Igor Grossmann rasyonel kararlar vermenin zekâdan ziyade “bilgelik” ile alâkalı olduğunu, bunun ise tarafsız, ön yargısız bir şekilde yargıda bulunmak anlamına geldiğini düşünüyor. Bir deneyde Grossman, gönüllü deneklere sosyal içerikli çeşitli açmazlardan söz etmiş (Kırım sorunu, gazetelerin Güzin Abla köşelerindeki sorunlar vb.) ve kişiler bu konuları tartışırken bir grup psikolog da onların mantık yürütme ve ön yargıya kapılma eğilimlerini incelemişti. Bu deneyde yüksek not alanların hayattan daha fazla zevk aldıkları, ilişkilerinde daha iyi oldukları ve daha az endişe duydukları görüldü. Bunlar genellikle IQ seviyesi yüksek olan insanların sahip olmadığı düşünülen özelliklerdi.

Gelecekte şirketler işe alacakları insanları IQ yerine bu türden testlere tabi tutabilir. Google zaten bu yönlü bir planını açıklamış bulunuyor. Grossman, bilgeliğin de eğitim yoluyla edinilebileceğine inanıyor. Kendimizi değil de başkalarını düşündüğümüzde ön yargılarımızı geride bıraktığımızı, “ben” zamiri yerine üçüncü şahısları getirdiğimizde sorunlara karşı duygusal bir mesafe koyabileceğimizi belirtiyor.

Fakat insanların kendi kusurlarını kabul etmesinin zorluğu kabul edilir bir durum. Hayatı boyunca zekâsına dayanmış bir insanın bu zekânın kendisini yanlış yargılara itebileceğini kabul etmesi zordur. Belki de Sokrates’in dediği gibi “en bilge insan, hiçbir şey bilmediğini kabul eden insandır.” (BBC Future) Tecrübe ve bilgi beynin kodlarını işlemek için hayatî iki unsur. Bunları işleyecek olan ise zekâ; zekânın işlemesi ise “dikkat” ile yol alabilecek ilerleyişlere ulaştırılır. Yargı oluşturmak deneyim, kurgu ve kodlar içeriyor. Bunlar birlikte aynı zamanda ilerideki ön yargıların alt yapısını oluşturuyor. Yargı başka ön yargılara sebep oluyor. Yaşanmışlıklar ile ilgili kararlar ileride yaşanacaklar ile ilgili etki üretebiliyor. Bu bir alan açmak demektir. Empati bunun bir parçası…

Yargı arttıkça ön yargılar da artıyor. Yargılar benzeştikçe ön yargılar aslında daha da güçleniyor. Diğer taraftan ön yargılar için işleyen süreç doğrulamalarla sonuçlandıkça yargılar güçlenirken süreç zayıflamaya başlıyor; önemi ve gereklilikleri azalabiliyor. Ön yargı gelecek tasavvurlarının zemini oluyor. Bediüzzaman’ın “dimağda meratip var” dediği süreç “tahayyül-tasavvur-taakkul ve tasdik” ile yargılar üretip, ardından “iz’an-iltizam ve itikad” ile soyut ve sonsuz bir mutlak hakikate ulaşabiliyor. O hâlde akıl, önyargıların doğru işleyişine imkân verecek donanımı bulmalıdır. Bunun için Grossman’ın dikkat çektiği incelik: “Ön yargılara kapılmadan”. Bediüzzaman o hâlde “akıl akıl olsa gerek!” diye şart ifade ediyor. Neticede iletişim, planlama, tedbir, irade ve istikrar kontrol mekanizması içinde gerçekleştirilmesi şart oluyor. Burada elbette bir muallim, yani “denetçi” ya da “mürşid-i kâmil”e ihtiyaç duyulur.

Prof. Ali Baykal, ilgili bir sunumunda karar aşamalarının önemli bir noktasına dikkat çekmişti. Buna göre hayat kararlar verme sürecidir. Bunun içinde seçenekler, en az iki olmak üzere ikilemler; bir anlamda birbirlerini tamamlayan ya da eşleyen “eşlenikler” şeklinde ortaya çıkabiliyor. Gelenek-yenilik gibi bazı yanıltıcı ikilemler (tenâkuz denebilir mi?) veya gelişim kalkınma gibi biri insanî nitelik diğeri zenginleşmeyi ifade eden. Kalıtım ve eğitim… Örneğin; canilik, dâhilik, önderlik gibi doğuştan mı, oluştan mı? Gibi ikilemler…

Erich Fromm’un “var olmak mı, varlığı olmak mı?” gibi yani “sahip olmak ya da ait olmak” ikilemleri ön yargılar sistemlerinin hem problemleri hem de işleyişini ifade edebiliyor. Bu noktada Bediüzzaman’ın “mânâ-i harfî-mânâ-i ismî” eşleşmesi ikilemden ziyade eşlenik olarak zihin işleyişinde bir işlev görmektedir. Bilinç-sezgi, araç-amaç (mesela araç kötü mü demektir her zaman, amaç iyi midir, araçsallaştırma kötü bir eylem midir ya da araç-amaç birleşimine bir mi bakmalı?). Araç ve amaç birleşimine kısaca “süreç” deniyor. “Süreç mi, sonuç mu” da ayrı bir ikilem çıkarıyor. “Uygulama mı, teori mi” derken kuramların tamamlayıcı olduğunu da bilmek gerekebilir.

Bütün bu hüküm verme aşamaları sonunda şu İlahî mesaj bir ölçü olarak merkeze yerleşiyor:

“Sizin Allah’ı bırakıp da o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız için Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Yusuf, 40)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*