Açlık sevdası

“Yaz gardaşım:

On Altıncı Misal: Başta Buharî, kütüb-ü sahiha -nakl-i kat’î ile- beyan ediyorlar ki: Hazret-i Ebu Hüreyre aç olmuş, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın arkasından gidip menzil-i saadete gitmişler. Bakarlar ki, bir kadeh süt oraya hediye getirilmiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm emretti ki: ‘Ehl-i Suffeyi çağır.’ Ben kalbimden dedim ki: ‘Bu sütün bütününü ben içebilirim; ben daha ziyade muhtacım.’ Fakat emr-i Nebevî için onları topladım, getirdim. Yüzü mütecaviz idiler. Ferman etti: ‘Onlara içir.’ Ben de o kadehteki sütü birer birer verdim. Herbirisi doyuncaya kadar içer, diğerine veririm. Böyle birer birer içirerek bütün Ehl-i Suffe o sâfi sütten içtiler. Sonra ferman etti ki: ‘Geriye seninle ben kaldık, iç.’ Ben içtim. İçtikçe, ‘İç’ ferman eder. Tâ, ben dedim: ‘Seni hak ile irsal eden Zât-ı Zülcelâl’e kasem ederim, yer kalmadı ki içeyim.’ Sonra kendisi aldı, Bismillâh deyip hamd ederek bakıyyesini içti. Yüz bin âfiyet olsun!”1

Bediüzzaman’ın dudakları bu satırları okurken, hayâli bundan çok uzun yıllar öncesine, bu hadisi hocasından ilk dinlediği yıllara gidiyor.

İşte Şeyh ders kürsüsünde yerini aldı. Sakin ve yumuşak, ama insanı vecde getiren, dahası insanda bir değişim meyli husule getiren bir heyecanla anlatıyor. Onun bu heyecanlı anlatışları, Molla Said’in gönlünde zaten bir umman hâlini almış olan ilim aşkını coşturuyordu. Muhtelif medreselerde aylarca süren seyyar talebeliği Molla Mehmed Celalî Hazretleri’nin medresesinde nihayete ermişti. Şimdi burada hocasının feyz ve irşadıyla medrese ilimlerinin tahsiline başlamıştı. Önünde uzunca bir eğitim süreci vardı, ama o buna sabredebileceğinden emin değildi. Çünkü bu ilimler hazinesine bir an evvel sahip olmak istiyor, geleneksel eğitim yönteminden çok farklı bir usule kendini mecbur hissediyordu. Bu ilim hazinesinin anahtarını hocasının elinde gördüğü için onun ağzından çıkan her ifadeyi, anne sütüne aç bir yavrunun iştiyakıyla emmek, sindirmek için çabalıyordu. Bu günlerde Şeyh’in, Peygamberimiz (asm) ve Sahabi efendilerimizin açlığa maruz kalışlarının hikmetlerine dair yaptığı tefekkürler Molla Said için çok etkileyici oluyordu. Hele bu derste anlattığı hadis onda büyük inkişafa sebep olmuştu. Birçok ders ve hikmet vardı tabiî ki bunun arkasında, ama Ebu Hureyre’nin aç kalışı ve onun ilme olan iştiyakı arasında kurduğu bağlantı Molla Said için adeta bir dönüm noktası olmuştu şimdi. Zira Ebu Hureyre fakir olmasının yanı sıra açlığı ve riyazeti bizzat kendisi ihtiyar ediyordu. Suffe’de kalıyor, bütün vaktini Resulallah’ın (asm) yanında geçiriyor ve sadece açlığını giderecek bir lokma ekmek karşılığında ona öğreteceği birkaç kelimeyi bellemek için hep fırsat kolluyordu.2 Hafızasının kuvvetli olması onu Suffe’nin en ileri gelen talebesi ve en çok hadis rivayet eden sahabisi yapmıştı. Bunda Resulallah’ın (asm) duasıyla birlikte nefsî arzulardan istiğnasının da büyük payı olduğunu düşünüyordu Molla Said. Ve onun ilme olan bu açlığı, kendini ilimle doyurmak için midesini aç bırakışı, Molla Said’in onu kendine çok yakın hissetmesi için yeterliydi. Bir de kedileri çok seviyordu tabiî, “Kedicik babası” diye vasıflandırmıştı onu Efendimiz (asm). O konuda da benziyorlardı. Sonra, Efendimiz’in (asm) sünnet-i seniyyesini yaşamak konusundaki azamî gayreti… Öyleyse bundan sonra kendine bir model ittihaz edecekti Ebu Hureyre’yi. Şimdi onun gibi aç olmaya büyük özlem duyuyordu.

“Molla Said! Öğlen tayınını aldın mı?”

“Hayır, yemeyeceğim.”

“Oruçlu musun?”

“Oruç değil, ama riyazetteyim.”

“Yanlış yapıyorsun molla. Günlerdir bir şey yediğini görmedim. Ehl-i İşrakiyyun’a özendiğin belli, ama tedrici hareket etmen lâzım. Onlar böyle yapardı. Zaten vücudun zayıftır. Böyle birden yeme içmeyi kesersen yakında iyice kuvvetten düşer, hasta olursun.”

Hakikaten Molla Said o zaman 13 yaşında, zayıf; fakat pek kuvvetli ve çevik idi.

“Hem bu şekilde derslerden istifaden de az olur. Hiç değilse bazı öğünleri al ki zihnî ve fikrî melekelerin kuvvetten düşmesin.”

“O konuda yanlışın var gardaşım. Zira asıl, vücudu taamların hazmıyla meşgul ettikçe zihni melekelerin zafiyete uğradığını, riyazetin ise fikir açıklığına hizmet ettiğini ulema-i İşrakiyyun beyan etmişler. Benim nefsimi aç bırakmakta en büyük emelim bu. Buradan daha fazla istifade etmek. Ama bunun yanında riyazetin sadece mideyi aç bırakmak olmadığını, dünya rahat ve lezzetlerinden uzak durarak nefsi terbiye etmeye hizmet ettiğini de söylemişti Şeyh. Bunu da şu rivayetle delillendiriyor: Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: ‘Ben neyim, sen nesin?’ Nefis demiş: ‘Ben benim, Sen sensin.’ Azap vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: ‘Ene ene, ente ente.’ Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: ‘Men ene? Ve mâ ente?’ Nefis demiş: ‘Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.’3 İşte ben bu ve bu gibi birçok hikmete binaen nefsimi aç bırakmışım.

“Seyda yine ayaküstü ders verdin. Tamam, sen bildiğin gibi devam et. Az yemeni anladık da ekmeği neden bıraktın?”

“Hz. Mevlana demiş ki ‘Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmadan doğar. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse bil ki o lokma, haram veya şüphelidir.’ Resulallah Efendimiz de (asm) ‘Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe etmediğini yap’ buyurduğuna göre beşer elinin karıştığı şeylerden uzak durmak isterim. Zira ben ilme açım. Vücuduma giren her lokmadan küşayiş-i fikrim de hafızam da etkileniyor.

“Bir lokmayla kalbini de ilmini de batırma, diyorsun yani Seyda…”

“Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı hâlde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.”4

Üstadın bu veciz ifadeleri kalbimi heyecana getirmişti. Ne yapsam ne etsem, bu cümleler karşısında coşkumu dindiremiyordum. Öyle hissediyordum ki kalbimi, beynimi açabilsem ve bu hakikatleri en derin noktalarına yerleştirsem… Ahh, bunu nasıl yapabilirdim? Bu hakikatlere nasıl tam mânâsıyla vâkıf olup, onları içime çekebilirdim.

“Abla! Baksana Üstad da ‘bir lokmada batma’ diyor.”

Vakıf ablamın ilk tepkisi her zamanki gibi gülümsemek olmuştu. Benim onun yanına heyecanla her gelişimde, o heyecanı kaybetmemek için gösterdiği azamî gayret bende hep hayranlık uyandırmıştır. Ah, şuna bak. Nurlarla yıllarca meşgul olmanın ona verdiği manevî güzellik nasıl da simasına yansıyor. Vakıf ablamız; beyaz tenli, orta boylu, cismen zayıf, fakat kuvvetli biri. Çok fazla yemek yemez, yediklerinin hazır olmamasına da özellikle dikkat eder. Abur cuburdan ziyade taze-kuru meyveleri tercih eder. Bize de her zaman sağlıklı beslenmemizi söyler. Zira Risale-i Nur’u daha iyi anlamamız buna bağlıymış. Ben kendim bu ikisi arasındaki bağlantıyı kuramazdım, ama şimdi bu satırları okudukça neden böyle dediğini biraz anlamıştım. Zaten onun heyecanıyla yanına koştum.

“Canım kardeşim, bize haram olan sadece belli başlı yiyecekler değil ki. Helâl de olsa bir şeyin fazlası da haram olabilir.”

Bir elimle gözlerimi kapattım.

“Eyvah! Akşam çok sevdiğim yemek varsa ikinci tabağı istemem de haram o zaman.”

“Peygamberimiz (asm) ‘İnsanoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Aslında insanoğluna, onun sırtını dik tutan birkaç lokma yeterlidir. Mutlaka daha fazlasına ihtiyacı olursa, hiç olmazsa; midenin üçte birini yemeye, üçte birini içmeye, üçte birini de nefes almaya ayırsın5 buyurmuş. Elbette bu tavsiyesinin tıbbî olarak pek güzel faydaları var. Ama sence Efendimiz (asm) başka şeylere de işaret ediyor değil miydi?”

“Öyledir mutlaka, ama ben bilemedim.”

“Ramazan Risalesi’nin sonundaki bahsi hatırla. Nefis açlıkla terbiye oluyor. Orucun hikmetlerinden biri… Ve yine orayı okurken konuşmuştuk; vücudumuzda büyük bir fabrika olan mide tatil edilirse, diğer latifelerimiz daha iyi vazifelerini yaparlar. Mesela ilim öğrenen latifemiz…”

“Hımm. Yani ikisini bağlayacak olursam şunu anlıyorum: Daha çok ilim öğrenmek, hakikatlere fikrimizi açmak için; bir, şüpheli şeyler yiyerek o latifeleri öldürmemek; iki, helâl de olsa çok fazla yiyerek o latifeleri uyutmamak gerekiyor. Evet ya hakikaten ben çok yediğim zaman uykum geliyor hemen.”

“Çünkü mide çok dolu olduğunda vücut onu sindirmek için fazla enerji harcar. Bak, şunu unutma: Mide dolu olduğunda belden aşağısı, aç olduğunda belden yukarısı çalışır.”

“Aaaa çok mantıklı. Gerçekten ben oruçluyken okuduğumu daha iyi anlıyorum. İftar saatine yakın değil ama. O zaman sadece yemeklerin kokusunu iyi anlıyorum.”

“Eee o kadar olacak, çünkü biz nefisimizi açlığa hiç alıştırmamışız. Neyse ki Cenab-ı Hak senede bir ay bize Ramazan’ı hediye etmiş. Yoksa bizim latifeler kolay kolay uykudan uyanamazdı.”

İnsan hiç normal şartlar altında aç olmayı arzu eder mi? Ama o dostluktan gelen nuranî zevk, tatlı sohbet, keyifli okuma ve tefekkürler insanı öylesine doyuruyor ki, dünyanın tüm maddî zevkleri karşısına dikilse o an, insan bakmaya tenezzül etmez. İnanılmaz keyifliydi.

Elhamdülillah, bu Rabbimin fazlındandır.

Dipnotlar:
1) On Dokuzuncu Mektup, Yedinci Nükteli İşaret, On Altıncı Misal
2) Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/2-3; Hâkim, el-Müstedrek, 3/511
3) El-Havbevî, Dürretüt’l-Vâizîn, s. 11.
4) On Yedinci Lem’a, On Dördüncü Nota, Üçüncü Remiz
5) Ahmed b. Hanbel, IV/132; Tirmizî, Zühd, 47; İbn Mace, At’ıme, 50

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*