Deizm: O’na “Sen” diyememek meselesi

Zihnimizde “ben” kavramı olmasaydı ne olurdu?

Cevabı basit: Olmazdım, olmazdın, olmazdı!

Bana “ben”i kim verdi? Ya ben varım ve beni var eden var. Ya da -beni var eden yoksa- ben de yokum.

“Sen”in ve “o”nun anlaşılması için “ben” lâzım. Yoksa “sen” ve “o” “ben” için lâzım değil.

Bütün varlıkların bir “ben”i var. O hâlde o “var”ların hepsi, diğerlerine “sen” ve “o” diyen “ben”den ibaret. Yani aslında hiçbiri “sen” ve “o” değil.

O hâlde bize bir de tüm varlığı aşan ve kuşatan bir “O” lâzım (Vacib-ül Vücud). “O”na “Sen” diyebilmek için ise “O”nu hakkıyla ve sıfatıyla tanımak lâzım.

Demek bizdeki “ben” aslında Yaratıcı ile “senli benli” olabilmek içindir. “O”nu “Sen” yapmak içindir. “O” da kendisine “Sen” diye hitap etmemizi istiyor ki, bize verdiği “ben”in yanına/kıyısına bizzat’ı/kendisini, yani Zat’ını koydu. (Şeytanın üflediği nefsin hemen dibinde Allah’ın evi ve aynası olan kalbin bulunmasının mânâsı bu olsa gerektir. Fatiha’da ilk üç cümleden sonra gaibaneden hâzırâne makamına geçmek de bundan olsa gerektir.)

Madem kalb eşikte, o hâlde kal beşikte…

“Kendini bilen, Rabbini bilir” denmiştir. Elbet haktır. Kendini bilen biri, “bilme”yi sağlayan bu idrakiyle kendi kendisini derk ettiği gibi kendi çevresini ve mevcudatı Yaratanı da bilir ve bulur.

Ama bu güzel söz tersten okunduğunda da doğru ve hikmetlidir: “Rabbini bilen kendisini bilir”.

Akla bir soru gelir ve denilebilir ki; “Bir insan Rabbini bilecek kadar idrak sahibi ise kendisini bilecek kadar da idrak sahibi demektir zaten, bu ne demektir?”

Bu şu demektir: Rabbini bilen kendisini bilmiyorsa, haddini bilmez. Haddini bilmeyen ise aslında Rabbini de hakikî mânâsıyla bilmez.

Böyle bir hadbilmez, Rabbine “yaratıcı” der geçer. Yanlışından biraz utanıp sıkılıyorsa yaratıcıya “Allah” demekle yetinir. “Yarattı ve fakat sonrasına karışmadı ve karışmayacak” der. Rabbinin işine karışır, karıştırır ve halt eder.

“Ben bir Yaratıcının var olduğuna inanıyorum, ama onun bizim işimize karıştığına inanmıyorum” diyen “mahlut”ların problemi, aslında kendisiyledir. Bu tür insanlar Allah’ın isim ve sıfatlarını bilmiyorlar ve bilhassa Allah’ın “Rabbül âlemîn” oluşunu görmezden geliyorlar.

O terbiyesizler terbiye edici Rabbin Allah olduğunu inkâr ediyorlar. O terbiye düşkünleri, Allah’ın sadece “başlangıçtaki Yaratıcı” değil “daima yaratıcı ve daima terbiye edici” Rab olduğunu inkâr ediyorlar.

İradenin zaafı gücünde!

“Allah’ı kabul ediyorum” deyip onun peygamberlerini, kitaplarını, meleklerini, kaderini ve kudretini inkâr edenlerin bu yanlış fikri irade za’fiyetinden kaynaklanıyor.

Zira o düşkünler kendilerini var biliyorlar. Kendilerini gerçek varlık sanıyorlar. Onlar, bir ince tel ve zarif bir elif gibi olması gereken ‘ene’yi, yani ben duygusunu şişirmişler, kalınlaştırmışlar. Bu yüzden “beni yaratana -hâşâ- benim ihtiyacım kalmadı” diyorlar.

Ama bunu derken aslında kendi Allah inançlarını ve dolayısıyla aslında kendi kendilerini inkâr ediyorlar.

Kâinattaki bütün güzellilerin ve iyiliklerin kaynağı olan Peygamberlik müessesesini ve onun lâzımı olan vahyi inkâr edip akıllarınca aklı vahyin yerine ve kendi kalplerini de arşın ve peygamberin yerine koymaya kalkıyorlar.

Bu zavallı kendini bilmezlerin vahye ve rehbere -hâşâ- ihtiyaçları yok. Doğruyu-yanlışı, çirkini-güzeli, iyiyi-kötüyü salt kendi akıllarıyla bulacaklar. İyi de o akıl, aklı verenin kim olduğunu gerçekten biliyorsa, hakikî idrak için o akla yardımcı ve rehber gerektiğini de bilmesi lâzım.

Bilmiyorsa? Ayağı eşikte, kalbi beşiktedir!

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*