Doublethink ve tevhid-i kıble meselesi

Benim her seferinde hayret ettiğim, size de tanıdık gelecek bir mevzudan bahsedeyim istiyorum. Ehl-i iman kimseler bir araya gelir; iman ve Kur’ân hakikatlerinin okunduğu, müzakere ve tahlil edildiği topluluklar oluşturulur. Bu müzakereler, nam-ı diğer “ders”ler esnasında imanın rükünlerine dair derin ve âli hakikatler konuşulur. Dersin ardından adına “hoşbeş” diyebileceğimiz çaylı sohbete sıra gelir. Bu sohbetlerin konusu bazen daha çok gündelik yaşamaya ve pratiğe dairdir. Kendimin de içerisinde bulunduğum bu sohbet gruplarında “iki atmosfer” arasındaki keskin fark dikkatimi çeker. Sanki entelektüel sohbetleri eden “biz” ile günlük yaşamaya dair konuşan “biz” aynı biz değildir. İman esasları konusunda ne kadar idealist ve kültürden arınmışsak, söz gelimi “alışveriş” konusunda kıstaslarımızın çoğunu popüler kültür ve görenek belirlemiştir. Bu tutarsızlığa, derin farka bir türlü anlam veremem ve her seferinde zihnime takılmasına da engel olamamam.

12. Söz mütalaalarımız esnasında Kur’ân şakirdi ve felsefe tilmizi arasındaki parıl parıl parlayan farkları okudukça, “biz”e dair bu pek de sıra dışı olmayan gözlemim, zihin duvarlarımı aşıp konuya dâhil oldu. “Bana da bir anlam bul” diye hissesini istedi açıkçası. Ben hangisiyim, Kur’ân şakirdi mi, felsefe tilmizi mi? Hangisine daha çok benziyorum? Yoksa! İkisi de miyim? İkisi birden olunur mu? Peki, eğer ikisiysem, akıbetim…

Velhasıl bu sorgulamadan anlamlı bir sonuca ulaşma sorumluluğum doğdu bu noktada. Laf aramızda felsefe tilmizinin akıbetine dair “çok çalışmış; fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış, hiçbir mânâsını anlamamış, belki karıştırmış” hitabına mazhar olma ihtimali dahi dehşete düşmeme yetti. Ben de bazı kavramlara tanım biçerek ve aralarındaki mesafeleri, ilişkileri imgeleyerek bu sorunun peşine düşmeye karar verdim.

12. Söz kaynaklı bir tefekkür yolculuğu yapacağımız için öncelikle bu metin bağlamında bir felsefe tanımı yapmak gerek diye düşünüyorum. Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde, “fen ilimleri ve din ilimlerini imtizaç ettirmek”, “Kur’ân’la barışık müstakim felsefe” gibi ifadeler geçer. Bu ifadelerle kastedilen bambaşka, zıt iki şeyi birleştirmek değildir. Tevhid ekseninde insanların sonradan ayrıştırdığı unsurları bir araya getirmektir. Sözü geçen müstakim ve menfaatdar felsefe bahsimizden hariçtir. Yani bizim felsefeden kastımız Yaratıcıdan-İlahî olandan kopmuş, aklın nurunu kaybetmiş, hakikî hikmeti yitirmiş ruhsuz ve müzahref felsefedir. Hatta bizim felsefeden kastımız, hayatın her alanına sirayet etmiş “dinsizlik” fikridir.

12. Söz’ün 2. Esası’nda Kur’ân’ın şahsî hayata verdiği terbiye-i ahlâkîye ile hikmet-i felsefenin verdiği dersin bir “muvazene”sini görürüz. Felsefenin hâlis bir tilmizi için “firavun, mütemerrid, mağrur” gibi sıfatlar kullanılır. Bu stereotipin gaye-i himmeti ise “hevesatı tatmin” olarak belirlenir. Açık konuşalım, kimse bu tanımları üstüne almak istemez. Ancak bu sıfatlarla başkasını tanımlayıp kendini güvenli bir alanda düşlemek, görmek oldukça rahatlatıcıdır. Bu noktada Kur’ân talebesinin “abd, mütevazı, aciz, ancak nokta-i istinadı itibarıyla kuvvetli” gibi güzel sıfatlarını üstümüze almak isteriz. Yani biz neden felsefe tilmizi olalım değil mi? Elhamdülillah Müslümanız, “dindar” bir grubun içerisindeyiz, belli ibadetlerimizi yapıyoruz, Risale-i Nur okuyucusuyuz, ona göre yaşıyoruz.

Sahi cidden biz neye göre yaşıyoruz? Kendimizi nasıl tanımladığımızla, nasıl yaşadığımız sizce de farklı sorular değil mi? Hepimiz biliyoruz ki, bizim mukaddesatımızı kabul etmeyen, ancak İslâmiyet’in getirdiği güzel ahlâka sahip, adeta Müslüman gibi yaşayan nice insan bulunuyor. Müslüman kimliğine sahip, ancak güzel ahlâktan nasibini almamış insanlarla da sıkça karşılaşıyoruz. Kim olduğumuz ile nasıl yaşadığımız birbirini tamamlayan ve gerektiren durumlar olması gerekirken, bu ideali doğrulayamadığımız pek çok durum oluyor. O hâlde vahye dayanan ahlâktan daha âli bir ahlâk mı var ki, gayri müslimlerde güzel ahlâk eseri görünüyor ya da pek çok Müslüman’da edepsizlik ve ahlâkî zaafiyete rastlanıyor?

Benim bu soruya vereceğim cevap net bir “hayır”. Hatta bir adım daha ileri gidip “güzel ahlâk yalnızca ‘vahiy ve sünnet’ kaynaklıdır” bile diyebilirim. Dikkatinizi çekerim, 12. Söz’ün 2. Esası’nın girişinde okuduğumuza göre Kur’ân hikmeti şahsî hayata “terbiye-i ahlâkîye” verirken, felsefe hikmeti sade bir “ders” veriyor. Aradığımız bütün güzellikler yalnızca İlahî olandan kaynaklanıyor, sudûr ediyor. Felsefe ahlâkı ve Kur’ân ahlâkı, beşerî ve İlahî olan asla aynı düzlemde bulunmuyor. İlahî olan ile beşerî olan arasında hiyerarşik bir sıralama yapamamak; Zihnimizde bir takım ikilikleri, çoklukları, başka başka akımları, tutarsızlıkları netice veriyor. Düşünce sistemimizdeki ve inanışımızdaki tutarsızlık; yaşayışımızda, ameliyemizde, dolayısıyla ahlâkımızda birçok tutarsızlık meydana çıkmasına sebep oluyor. Zihnimiz ve kalbimiz, iç âlemimiz eklektik1, biraz esbapperest, biraz kapitalist, biraz materyalist, biraz sosyalist, biraz feminist, biraz hümanist, biraz faşist, biraz popülist… Bunların yanında tek bir Allah’a inanıyoruz. “Bunların yanında” inanıyor olmak ise oldukça problemli bir nokta olsa gerek…

Zihnimizdeki bu ikiliğin ciddi bir problem olduğunu ve üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden George Orwell’in pek meşhur 1984 adlı kitabında öne sürdüğü “doublethink” kavramına bir göz atalım istiyorum. Doublethink, çelişkili olduğu hâlde aynı anda iki zıt inanışı benimsemek anlamına geliyor. Başka bir ifadeyle, doğru olmadığını bildiğiniz hâlde kasten yalanlara inanmak… (Orwell, 1949). Açıkçası 12. Söz okumaları esnasında kendimi iki akımdan da bir şeyler taşıyor olarak gördüğümde en kabul edilebilir açıklama olarak bunu buldum. İki akım ne kadar birbirinden uzak, siyah ve beyaz gibi farklı olsa da pratikte bu siyah ve beyazın yan yana geldiğini, aynı platformda buluştuğunu görüyoruz. Hatta bu iki zıt inanış aynı platformda kendine yer bulmakla kalmıyor, tek bir insanın zihninde bir arada kardeş kardeş(?) yaşayıp gidiyor. Örneklerini görmek için kafamızı kaldırmamıza gerek yok; içimize, ruhumuza dönüp bakmamız yeterli.

Daha moral bozucu kısma geliyoruz. Biraz ondan biraz bundan; biraz Kur’ân talebesi, biraz felsefe tilmiziysek ikisinin arasında ortada bir yerdeyiz. Diyebilir miyiz? 15. Söz’deki bîtarafane muhakeme bahsini hatırlarsak bu mümkün değil. İlahî olanın beşerî olanla ortalaması alınmaz. Bu yöntemle İlahî olan beşerî olana indirgenmiş olur. Sonuç olarak kutsallarımızı hem beşerî, hem İlahî kaynaklar belirliyorsa, aslında asıl belirleyici olan “beşerî”dir.

Din yalnızca camiye ya da dinî mekânlara yahut ibadet zamanlarına, belli aylara ve günlere münhasır değildir; bütün hayatı, aileyi, okulu, tüm zamanları, uykuyu ve uyanıklığı, kamuyu ve özel alanları, kâinatı, dünyayı ve ahireti kapsar. Öyleyse her mekânda ve zamanda yalnız bir kutsalımız vardır. Din nasıl bütün kâinatı kapsıyorsa, insanın düşünce dünyasının da tek bir kutsal etrafında dallanması gerekir. Bunun zihinlerde sabitlenmesi her an her şeye “mânâ-i harfî” ile bakabilmek, ancak mevcudata mevcudat hesabına bakmaya endekslenmiş gözlerimize su serpmekle olabilir.

Tanrının öldüğü, popüler kültür ve globalleşme etkisiyle genel ahlâkın felsefî ve dinden kopmuş olduğu bir zamanda eklektik zihinlerimizi arındırmamız zarurî. Bin parçaya bölünmüş zihnimizin parçalarını toplayıp bir araya getirmeli, şüphe tozlarını silmeli, siyahları ve beyazları ayırmalıyız. Tabiri caiz ise bir zihin temizliği yapıp mukaddesatımızı tekrar ve tekrar sabitlemeliyiz. Herkesin bir kıble gösterdiği bu zamanda tevhid-i kıble etmiş bir Üstad’ın talebeleri olan bizler için de tek bir kıbleye dönme vakti gelmedi mi?

Risale-i Nur adeta Kur’ânî bir yolun haritası… Haritayı ayrı okumak, yolu ayrı yürümek; çok kayboluşların, yanlış yola sapışların sebebi olsa gerek. İnanç yaşayışla sınanır. “İman ettim” ile başlayan yürüyüş, “amel etmek” ile devam eder ve “ahlâk” ile son bulur. Ahlâk; inancın ve amelin bir sonucudur. Herkesin bu kâinatın ve hayatın Kur’ânî bir tefsirini yazması, hikmetine göre bir kitap telif etmesi gerekiyor. Yaşayışımız, ahlâkımız bu kitabın olay örgüsünü oluşturuyor. Ana fikirle, kitabın içeriğinin uyuşması bekleniyor. Öyleyse inancımız ile yaşayışımızın uyuşabilmesi, haritaya göre yol almak, yol aldıkça haritaya bakmakla oluyor. Yol ve harita birbirinden asla ayrılmıyor.

1) Farklı kaynaklardan alınan unsurların bir arada olması (Merriam-Webster)
Referanslar:
1) www.merriam-webster.com/dictionary/eclectic
(10 Nisan 2018 tarihinde merriam-webster.com adresinden alındı.)
2) Nursî, B. S. (2006), Sözler, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat.
3) Orwell, G. (1949), Nineteen Eighty-Four. London: Martin Secker & Warburg Ltd.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*