Hutbe-i Ezelî’nin ötekisi olmak

Kitap okurken nasıl bir yöntem izliyorsunuz? Kimisi bir kalem aracılığıyla etkilendiği, beğendiği satırları çizer, kimisi yanında bir defter bulundurur, not alır, özet çıkartır. Kimisi kitap üzerine konuşarak, müzakere ederek zihninde sabitlemeye çalışır. Bazısı hızlı okuma  yöntemleriyle okur, bazısı sesli bir şekilde kelime kelime okur. Metot ne olursa olsun, her ciddi okurun kendince bir kitap okuma biçimi vardır. Peki, o zaman soruyu şöyle değiştirelim, Kur’ân-ı Kerîm okurken nasıl bir yöntem izliyorsunuz? Kaç âyeti not ettiniz şimdiye kadar, kaç âyetin altını çizdiniz? Ya da “Bir âyet okudum hayatım değişti” dediğiniz oldu mu? Mânâ biçmek için tekrar tekrar zikrettiğiniz bir âyet var mı? Hiç kaybolduğunuzda bir âyetin rehberliğiyle yolunuzu buldunuz mu? Kitap okuma, ders çalışma yöntemi geliştirmek için uğraştığınız kadar Kur’ân okuma, dinleme yöntemi geliştirmek için uğraştınız mı?

Bu soruları zihnimizin görünür bir köşesine iliştirdiysek, Kur’ân üzerine ehemmiyetli bir ifadeye bakalım istiyorum. 12. Söz okumalarında her seferinde durup düşündüğüm bir yer vardır. Hatırlamak gerekirse birinci esasta, feylesof ve âlimden, musanna bir Kur’ân üzerine bir kitap telif etmeleri istenir. Bu kısımda feylesofun Kur’ân’a bakış açısından tasvir eden şu satırlar oldukça dikkat çekicidir; “Hattâ o müzeyyen Kur’ân’ı, bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor.” Kur’an’a/kâinata iki tip bakış açısı olduğunu fark ettiriyor burası bana; birisi mânâ ifade eden bir yazı, diğeri ise antika nazarı. Antikanın yıllanmışlığından ötürü cazibesi vardır, okunacak bir şeyden ziyade seyredilecek bir şeydir. Kitapta esas maksat mânâdır, kitabın fonksiyonu seyredilmek değil okunmaktır. Öyleyse kâinatın ve dolayısıyla benim yaratıcımın benimle bir konuşması olan Kur’ân’a nasıl baktığım, nasıl muhatap olduğum oldukça önemli bir soru hâline geliyor.

Bilinçli bir muhatabiyet, bakış açısı oluşturmak için ilk adımım Kur’ân’ın ne olduğunu ve ne işe yaradığını tanımlamak oluyor. Çünkü fark ediyorum ki, bu tanımlamayı yapmadan Kur’ân’ın gerçek kıymetini idrak etmem pek mümkün değil. Ezberlenmiş tanımlar mânâ dünyamı genişletmeye yaramıyor. Bu noktada ise imdadıma yetişen yine 12. Söz oluyor:

“Kur’ân, İsm-i Âzam’dan ve her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem semâvât ve arzın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitaptır. Hem Rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezelîyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhîta noktasında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir. Hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, ‘Kelâmullah’ ünvanı kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş.”1

Vahyi referans veren tüm düşüncelerin tabanında farkında olarak geliştirilmiş yaratıcı tanımı bulunması gerekir. Yani ben Yaratıcımı “Âlemlerin Rabbi”, “Mevcudatın İlahı”, “Semavat ve Arzın Hâlıkı”, “Sübhan”, “Muhit bir Rahmet sahibi”, “Azametli ve haşmetli bir İlah”, “bütün Âzam isimlerin sahibi” olarak tanıyorum. Bu sıfat ve esmalar beni, O’nun “konuşması gereken” yani “Mütekellim” Allah olması gerektiği sonucuna ulaştırıyor. O zaman Kur’ân’ı, konuşması gereken bir zatın hitabı, fermanı, hutbesi, muhabere mecmuası, hikmetli bir kitabı diye tanımlıyorum. Kur’ân’ın bu tanımı bana fark ettiriyor ki, aslında Yaratıcımı nasıl tanıyorsam ona göre Kur’ân’ı da tanımlayabiliyorum. Aynı zamanda Kur’ân’ı tanımlamam da bana Yaratıcımı tanıttırıyor. Kelâm sahibi, konuşan bir Rabbin benimle konuşması nazarıyla baktığımda ancak Kur’ân’ın hakikî değerini ölçebiliyorum.

“Hidayet yolunu gösteren”in konuşmasını yalnızca “kâinat” üzerinden yahut “insanın fıtratı” üzerinden yapması eksik kalıyor. “Mütekellim/konuşan” yaratıcının vahiyle, doğrudan bir konuşması “Kur’ân” ile oluyor.

Kur’ân’a muhatabiyetimi bilinçli bir şekilde gözden geçirirken, bu sefer insana, kendime, yaratılana bakma gereği duyuyorum. Konuşan, konuşulanı gerektirir. Konuşma çift taraflı bir eylemdir. Dolayısıyla benim konuşabilmemin, aslında onun hitap ediyor olmasından kaynaklandığını görüyorum. Mektubat adlı eserdeki pek şirin bir ifadeye sürükleniyorum ister istemez; hitap çiçeği:

“Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sıbga-i Rabbâniye vermiş ki, o maddî, cismanî, câmid kafada mânevî, gaybî, hayattar olan beyan ve hitap çiçeği açıldı. Ve o insan kafasındaki kàbiliyet-i nutuk ve beyana o derece ulvî cihazat ve istidat verdi ki, Sultan-ı Ezelîye muhatap olacak bir makamda inkişaf ettirdi, terakki verdi. Yani, fıtrat-ı insaniyedeki sıbga-i Rabbâniye, hitab-ı İlâhî çiçeğini açtı.”2

Yani fark ediyorum ki, bendeki “nutuk kabiliyeti” onun “Mütekellim” esmasının bir yansıması, karşılığı. O konuştuğu için ben de konuşabiliyorum. Öte yandan bendeki hitap ve beyan o zata muhatabiyet makamında. Bana öyle bir istidat verilmiş ki, O’nun hitabını anlayabiliyorum ve O’na karşılık verebiliyorum. Kâinatın ve benim Yaratıcımın benimle bir konuşması olan Kur’ân’ı dinleyecek, anlayacak ve hatta cevap verebilecek bir surette yaratılmışım. Bu bağlamda Kur’ân’daki birçok âyette ifade edilen, Kur’ân’ın akleden, tefekkür eden, tedebbür eden (incelikleriyle üzerinde düşünen) “yefkahun” (derinlemesine düşünen) insanlar için indirilmiş olması yeni bir anlam kazanıyor. Kendimi tanıdıkça, insaniyetimi keşfettikçe eş zamanlı olarak O’na olan muhataplığımı da keşfediyorum.

Kur’ân ile muhatabiyetimi ontolojik bir bağlama oturttuktan sonra, şu anda Kur’ân’ı nasıl okuduğumla ilgilenmeye başlıyorum. Benim yaşayışımda Kur’ân antika bir eser mahiyetinde mi, yoksa mânâsı massedilen bir hazine mi? Kur’ân okumalarımda Yaratıcımın benimle konuşuyor olduğunun, bana yol gösterdiğinin farkında mıyım? Kur’ân’ı okurken O’nu dinliyor muyum?

Reeldeki muhatabiyette, “konuşulan” konumundan beni saf dışı eden, farkındalığımı zedeleyen bir bakış problemi bulunduğunu tespit ediyorum; Kur’ân’daki misal, nasihat, kıssa ve âyetleri belirli bir zamana ve mekâna hapsetmek, Kur’ân’a salt tarihsel perspektiften bakmak… Belli bir zamanda yaşanmış ve bitmiş olaylar gibi görmek, kendimi Kur’ân’dan soyutlamama sebep olurken yeni mânâlar devşirmeme de engel oluyor.

Firavunları, Nemrutları belli bir zaman dilimine gömdüğüm için nefsimin firavuniyetini göremiyorum mesela. Müşrikler, kâfirler için inen âyetleri içselleştiremeyip “bana değil ki” diyebiliyorum. Böylece “her bir günahta küfre giden bir yol” olduğu dikkatimden kaçabiliyor. Yahut “yenilebilen putlara” gülüp bu zamanın putlarını fark edemeyebiliyorum. Peygamber kıssalarını okuyup “Ama o peygamber” deyip nefsimi temize çıkartabiliyorum ya da “Maşallah ne mübarek zatlar”dan öteye gidemeyebiliyor âyet tefekkürlerim.

Kur’ân’ın Ezelî bir zatın mükâlemesi olduğunu unutmak, gözden kaçırmak tefekkür dünyamda çok ciddi kayıplara sebep oluyor. Keşfedilmeyi bekleyen pek çok Kur’ânî sır, paketi bile açılmadan öylece uçuveriyor. Hitap ve beyan kabiliyeti ona muhatap olmak için verilmişken, kendi kendimi onun Hutbe-i Ezelîsinden ötekileştirmiş buluyorum. Kur’ân Ezelî bir zatın her zamanı ihata eden, canlı, belki her an tazelenen, sonsuz mânâ tabakalarını ihtiva eden bir konuşmasıyken ben onu “bakış açımdaki soğuklukla” donuklaştırabiliyorum. Böylece bir kez kaydedilmiş sonra aynısı dinlenen kayıtları dinlerkenki gibi merakım sönmüş veya sıkılırken bulabiliyorum kendimi.

İşte bu noktada Risale-i Nur’da neden “Kur’ân” ve “dinlemek” kelimelerinin çokça birlikte zikredildiğine dair bir fikir ediniyorum. Kâinat ve insan, her an değişirken ve tazelenirken, esmaların çeşit çeşit cilveleri tecellî ederken, “Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek” hârikulâde bir mânâ derinliği oluşturuyor. Marifetullah yolculuğumuzu şenlendiriyor. Bediüzzaman’ı bu konuda bir rehber olarak buluyorum kendime. Onun, Kur’ân’ın konuşmasını her daim dinlediğini fark ediyorum. Bu dinleyiş, doğru muhatap olma hâli, pek çok Kur’ân hakikatinin tefekkürüne onun vesilesiyle ulaşabilmemizi netice veriyor.

Peygamberlerin kıssalarının bin yıllar öncesinde kalmadığını görüyorum. Bugün benim dünyama konuşuyor Kur’ân. Öyle yakınlaşıyor ki benim hâletime, Peygamberlerle aynı münacatla yakarırken bulabiliyorum kendimi. “Risale-i Nur, Kur’ân’dan süzülmüştür”ü tasdik ediyorum. Risale-i Nur’da Kur’ân’a nasıl muhatap olunduğunu görüyorum. Böylece Kur’ân’a nasıl muhatap olunacağını öğreniyorum. Kâinattaki ve Kur’ân’daki âyetleri bir arada okuyabilecek bir bakış açısı ediniyorum. Yaratıcımın koyduğu tarif edicilerin farkına varıyorum.

Sona doğru, Üstadın hayatında Kur’ân’la nasıl muhatap olduğunu çok öz ve güzel bir surette gösteren bir alıntı sözlerimize delil olsun:

“İşte, o pek acip ve çok hazin hâlette iken, iman ve Kur’ân’dan gelen bir medetle,

فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُلْ حَسْبِيَ اللّهُ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

âyeti imdadıma yetişti ve gayet emniyetli ve selâmetli bir gemi hükmüne geçti. Ruh, kemâl-i emniyetle ve sürurla o âyetin içine girdi. Evet, anladım ki, âyetin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi beni teselli etti ki, sükûnet buldum ve sekînet verdi.”3

Öyleyse insan Kur’ân’ı her an dinlemeye hazır bulunursa, her an hitap edilen olduğunun farkında olursa, Kur’ân onun için bir medet verici olabiliyor. Âyetler imdada yetişerek çok boğulmalardan, sıkılmalardan, dağılmalardan kurtarabiliyor. Üstelik ruh âyete sığınıp, ona yerleşebiliyor, onda sürur bulabiliyor. Âyet tesellî edici olabiliyor.

İşte insan yaşamaya devam ettikçe, Kur’ân anbean onunla konuşuyor. Ancak o konuşmayı dinleyenler gizli mânâları duyabiliyor.

Âyetlerin bizimle konuşması, imdadımıza yetişmesi ve bizlere gemi, hane, sığınak olabilmesi duasıyla…

Dipnotlar:
1) Nursi, B. S. (2006). Sözler. İstanbul: Yeni Asya Neşriyat.

2) Nursi, B. S. (2006). Mektubat. İstanbul: Yeni Asya Neşriyat.
3) Nursi, B. S. (2006). Lemalar. İstanbul: Yeni Asya Neşriyat.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*