Kur’ân-ı Kerîm, 1400 sene evvel, Arş-ı A’zam’dan bizim dünyamıza nüzul etmişti. Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm ile bizim seviyemize tenezzül etmiş, bizi onurlandırmıştı. Kur’ân yeryüzünü aydınlatarak aynı zamanda rehberimiz olmuştu.
Bediüzzaman Hazretleri, haşir meydanında rehberimizin Kur’ân olduğunu ifade etmekte. Mektubat’ta, “Resûlullah’ı (asm) şefaat için haşir meydanında nasıl bulacağız?” sorusu üzerine, Kur’ân’ın nuru altına girenlere Kur’ân’ın rehber olacağı ve “Kur’ân ne kadar makbul bir şefaatçi, ne kadar doğru bir rehber, ne kadar kudsî bir nur” olduğu anlatılmakta. Bırakın bu dünyayı, haşrin o kalabalığında bile Kur’ân inşaallah bizim için bir sirac olacaktır.
Kur’ân-ı Hâkim’in inzaliyle birlikte Cenab-ı Hak marziyatını, bizden istediklerini ve anlamlarımızı bize bildirmiştir. “Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır” (En’am, 59) âyetinde geçen “Kitab-ı Mübin” ifadesi bize bu yazılanın Kur’ân olduğunu ifade ediyor. Yani Kur’ân’da ihtiyacımıza cevap veren her şey mevcut gözüküyor. İşte bu noktada “Kur’ân bize yetmez mi?” tartışmalarının başladığı yere geliyoruz. Günümüzde bir akım olarak başlamış olan “Selefi devre dışı bırakıp, direk ilk kaynaktan beslenelim”, “Kur’ân bize yeter”, “Sünnete ihtiyaç yoktur”, “Müceddidlik de neymiş!”, “Kur’ân insanoğluna gelmiş, beni muhatap almışsa başkasının aklıyla onu anlamaya gerek yok” gibi sorgulamalar, bazen kişiyi doğruya değil, bilakis yanlış bir yola sevk ediyor. Evet, Kur’ân Kelâmullah olmasıyla beraber Cenab-ı Erhamurrahimin’in bizim için gönderdiği hayat kitabımızdır. Fakat Kur’ân’ı okuyan her Müslüman anlayacaktır ki, bizzat Kur’ân’ın kendisi Resûlullah’a (asm) ittiba etmeyi emrediyor. Yani Kur’ân bize yeter, ancak Kur’ân’ı gerçek mânâsıyla okuyup anlayıp, onun gösterdiği istikamette gidersek…
Çünkü Kur’ân’da Resûlullah’a (asm) itaat hususuna şu şekilde dikkat çekilmiş: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ali İmran, 31) “De ki Allah ve Resûlüne itaat edin.” (Ali İmran, 32) Bu ifadelerin gösterdiği ok bizzat Resûlullah’ın (asm) kendisidir. “O hevasından konuşmaz” (Necm, 3) âyeti ise Resûlullah’ın (asm) bizzat Cenab-ı Hakk’ın kontrolünde bir memur olduğunu bize ispat ediyor. Resûlullah’ın (asm) hareketleri ulûhiyet cenahından kontrol ediliyor. Şu tüyler ürperten âyet ise bunu ispat ediyor: “Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (İsra, 74-75)
Demek Allah’ın bizzat kendi kelâmı Resûlullah’a (asm) itaati emrediyor. Çünkü Kur’ân’ın tebyin vazifesi bizzat ona verilmiş. Resûlullah’tan (asm) sonra onun yaşantısını kendi hayatlarında uygulayıp bizlere birer örnek teşkil eden, Resûlullah’ın (asm) boyasıyla boyalanan ve ondaki nuru yansıtan sahabe efendilerimiz geliyor. Sahabe Bahsi’nde küllî faziletlerde en küçük bir velinin bile en büyük sahabe mertebesine yetişemeyeceği söyleniyor. Çünkü onlar bizzat güneşten istifade etmişler. Bu sebeple onlar da bizim rehberimiz olma özelliği göstermektedir. “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” (Kenzu’l-ummal, h. no: 1002) hadisi bunu gösteriyor. 23. Mektup’ta suallerde bahsedilen, sahabeden sonra makam olarak mehdinin makamı, sonra eimme-i erbaa dediğimiz dört mezhep imamı ve sonra aktablar, yani veli zatlar gelir. Bu zevatı devre dışı bırakacak bir İslâm düşünülebilir mi? Resûlullah’ın (asm), “Benim ümmetimin âlimleri Ben-i İsrail’in peygamberleri gibidir” (Keşfu’l-Hafa: II/64) sözünü dışarıda bırakabilir miyiz? Sahabe Bahsi’nde sahabeye neden yetişilmez sorusunun cevabını verirken Üstad Bediüzzaman, çok önemli bir noktaya dikkatlerimizi çeker. Latifelerin hüşyar olmaması ve hislerin gaflete düşme meselesi… Neden bu zaman insanı kendini Kur’ân’a muhatap addedip tam hakikî mânâsını kavramakta zorluk çekiyor? Belki de ‘Kur’ân bize yeter’ deyip de Kur’ân’ın anlaşılmama sıkıntısı buradan kaynaklanıyor. Çünkü Resûlullah (asm) zamanından uzaklaştıkça tâ bu zamana kadar, o hayattar kelimat- ı mübareke tazeliğini kaybediyor, ülfet perdesi altında kalıyor. O bakımdan o zamanın yüksek âlimlerinin Kur’ân’a muhatap olup onu anlaması gibi, hele ki sahabenin anlaması gibi bir anlamaya mazhar olamıyoruz. Çünkü istinbat dediğimiz Kur’ân’dan Cenab-ı Hakk’ın marziyatını derinlemesine anlamak yerine, bazı oluyor Allah’ın istediği bir şeyi söyleyince bile “Niye şimdi söyledin, yapmak zorunda kalacağız. Bilmiyorken mesul değildik!” gibi konuşmalar, ne hâlde olduğumuzu ele veriyor. O saadet asrında ise sahabe efendilerimiz Resûlullah’a (asm) gelip: “Ya Resûlullah! Bu gün Allah’ın bizden yapmamızı istediği bir şey var mı?” deyip Allah’ı memnun etmeye çalışırken, bizim içinde bulunduğumuz durum o zamanla kıyas bile götürmüyor.
Resûlullah (asm) bir hadisinde sanki bu zamanı görür gibi şöyle buyuruyor: “Haberiniz olsun, rahat koltuğunda otururken kendisine benim bir hadisim ulaştığı zaman kişinin: ‘Benimle sizin aranızda Allah’ın kitabı vardır. Onda nelere helâl denmişse onları helâl biliriz. Nelere de haram denmişse onları haram addederiz’ diyeceği zaman yakındır. Bilin ki Resûlullah’ın haram kıldıkları da tıpkı Allah’ın haram kıldıkları gibidir. (Ebu Davud, Sünne, 6, 4064; Tirmizi, İlm, 60, 2666) Ebu Davud’un rivayetinin baş kısmında şu rivayet vardır: “Bana kitap, bir o kadar da sünnet verildi.” Sünnet-i Seniyye’yi devre dışı bırakan bir İslâm düşünülemez.
Bediüzzaman Hazretleri ise başka bir bakış açısı geliştirerek selefin varlığını devre dışı bırakmak yerine, bazı meselelerde onların ittifak etmesini delil olarak zikretmiş. Mesela Âyetü’l-Kübra risalesinde 16. Mertebe’de Resûlullah’ın (asm) peygamberliğini ispat ederken Resûlullah’ın (asm) peşinden giden, hakikate ve kemâlata yetişen on binlerce evliyanın, onun (asm) risaletini tasdik edip peşinden gitmelerini, peygamberliğinin delillerinden sayıyor. Ardından hemen Resûlullah’ın (asm) talimiyle mertebe-i ilmîyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiyay-ı müdakkikîn ve sıddıkın-i muhakkikîn ve dahi hükema-i mü’mininin Resûlullah’ın (asm) davasına imza basmaları, onun (asm) peygamberliğini ispat için birer bürhan özelliği taşıyor. Diğer bir örnek ise, kabre giden üç yolun varlığını anlatıp bu hakikati ispat eden kişileri sayarken, bunlardan enbiyadan sonra gelen, onların getirdiklerini keşf, zevk ve şuhud ile tasdik eden evliyalar ve ilmelyakîn ile tasdik eden hadd-ü hesaba gelmeyen muhakkikînlerin kat’i delilerini bu davayı ispat eden birer bürhan sayıyor. Demek selef; bizim için yanlış yola sevk eden birer saik değil, Kur’ân’ın cadde-i Kübrası’nda doğru bir şekilde yürümemizi sağlayan birer yol gösterici konumunda duruyor.
Şu da önemli bir husustur ki, “Kur’ân’ı salt kendi aklımda anlayacağım ve benim anladığım en doğru şekildedir” diye düşünmek, bizim için yanlıştan başka bir şey ifade etmez. Bir defa Kur’ân’ı hakikî manasıyla anlayabilmek için öncelikle iyi bir Arapça hâkimiyeti, Kur’ân ilmi dediğimiz Kur’ân’a ait kavramların bilgisi, âyetlerin sebeb-i nüzulü, yani bu âyet hangi olay ya da neden üzerine indi, bunun bilgisi, Resûlullah’ın (asm) hayatı, ayrıca en önemlisi tefsir usulüne ve birçok ilimlerin envarına vakıf olmak gerekecektir. Bunlara vakıf olmayıp, ayrıca geçmişte bu bilgilerle Kur’ân’ı anlamaya çalışan zevatı tahkir edip onlara dil uzatmak doğru bir yaklaşım değildir.
İlk yorumu siz yazın