Allah’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?

Tabiat Risalesi’nin Hatime’sinde sorulan soruyu hatırlayalım:

“Çok tembellerden ve târik-üs salâtlardan işitiyoruz; diyorlar ki: Cenab-ı Hakk’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’ân’da çok şiddet ve ısrar ile ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdid ediyor. İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur’ânîye’ye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz’î hataya karşı, nihayet şiddeti gösteriyor?”1

Ahir zamanın dehşetinin de tesiriyle sorunun bazı noktaları veya tamamı zihinleri meşgul etmiş olmalı ki, Risale-i Nur’da bu sual zikredilmiş.

Peki, bu suali akla getiren ne olabilir?

Birden fazla cevap verilmesi mümkün, fakat net bir şekilde bir noktayı ifade edebiliriz:

Bu soruyu sorduran en temel etkenlerden birisi, birçok şeyden “gafil olma” durumudur.

Evvela Allah’ın isim ve sıfatlarından gafil olma durumu. Sonra ibadetlerin mahiyetinden gafil olma durumu.

Başka hususlar da eklenebilir bu gaflet perdelerine, fakat bu iki şık üzerinden meseleye devam edelim.

Soru birbiriyle bağlantılı birkaç boyuttan oluşuyor, bir çözümlemeyle iki boyutta değerlendirip bahsi geçen gafilâne hususları tefekkürî bir nazarla irdeleyecek olursak:

1. Allah’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?

Ma’lumdur ki, bir şeye ihtiyaç duymak acz ve fakr kaynaklıdır.

Allah’ın bir şeye ihtiyaç duyabileceğine (hâşâ) dair bir sual ise, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarından gafil olma hâlinden haber verir.

Zerreden şemse bütün kâinatı yoktan var eden El-Halık,

En küçükten en büyüğe bütün mevcudatı bir nizam, bir ölçü içerisinde yaratan El-Adl,

Nefes aldığımız, hayatımızı idame ettiğimiz ve çoğu zaman bize çok büyük gelen dünyadan; -sayılarını bilimin dahi keşfedemediği- milyonlarca kat daha büyük muazzam cisimleri bir tesbih tanesi gibi kolaylıkla döndüren, çeviren, belli bir yörüngede tutup, hadlerinden tecavüz etmesine müsaade etmeyen El-Kadir, ElÂlim, El-Hakîm, El-Hâkim,

Kâinatta diri olan, faaliyette olan zerreden şemse kadar her mevcudun diriliği faaliyeti O’na bağlı olan El-Kayyum,

Her şeyin kendisine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Es-Samed,

Ve her türlü kusurdan, noksanlıktan, kubhtan (çirkinlikten), acizlikten münezzeh ve berî (uzak) olan Es-Sübhan

Böyle isimlerin sahibi ve bu isimlerinin kâinatta pek çok yansımalarını, kafasını kaldırıp bakan her insanın tasdik edeceği bir Zât’ın nasıl olur da yarattığı kullarının ibadetine ihtiyacı olur?

23. Lem’a’da ifade edildiği gibi Cenab-ı Hakk’ın bizim ibadetimize, belki (belli ki, kat’iyyet bildirir) hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Bizler, manen hasta olduğumuzdan (bkz. 2. Lem’a) ve ibadetler manevî yaralarımıza tiryak olduğundan ibadete muhtacız.

Bu hususta şu misal verilmiştir:

“Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi’ (faydalı) ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: ‘Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?’ Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.”2

Cenab-ı Hak hastalığımızın dehşetini bildiğinden, kuluna merhametli ve şefkatli olduğundan bize, manevî hastalığımızın merhemi olan ibadet noktasında ısrar ediyor.

  1. Allah ibadeti terk edeni -böyle ehemmiyetsiz cüz’i bir hatayı- neden şiddet ve ısrarla Cehennem ile tehdit ediyor?

Sorunun bu kısmında yine gaflet ağlarının ördüğü bilişsel çarpıklıklar mevcut. Buradaki durum ise ubudiyetin mahiyetinden gafil olmak. İbadeti terk etmeyi küçük ve önemsiz bir hata olarak görmenin yanında, ibadeti terk etmeyi şahsî bir kusur olarak algılamak.

Beşerî sistemler de şahittir ki, bir hükümdar, kendi halkının hukukunu muhafaza etmek için, âdî, basit bir adamın, halkının hukukuna zarar veren bir hatasına göre şiddetli cezaya çarpar.

Bediüzzaman Hazretleri aynı eserde bu temsilin hakikate dönüşümünü şöyle ifade eder: “Öyle de; ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in raiyyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve manevî bir zulüm eder.”3

Bu ifadeden anlaşılacağı üzere, ibadeti terk etmek cüz’i ve ehemmiyetsiz olmamakla beraber, sadece şahsî bir kusur olarak da algılanmamalıdır. Yani insan ibadeti ve namazı terk ettiğinde kâinatta var olan her şeyin hukukuna tecavüz etmiş oluyor.

Peki, bir insan namazı ve ibadeti terk ettiğinde; bir elmanın, bir bülbülün, bir bulutun ve bütünüyle kâinatın hukukuna nasıl tecavüz etmiş oluyor?

Çünkü mevcudatın olgunluğu, fazileti ve gerçek değeri onları sanatlı bir şekilde nakşeden Allah’a bakan yüzlerinde tesbih ve ibadetle ortaya çıkar. Ve ibadeti terk eden kimse kâinatın ibadetini4 görmez ve göremez. Çünkü herkes kâinatı kendi ayinesiyle görür. Diğer bir tabirle, gözümüze taktığımız gözlüğün istidadı neyse, âlemi o şekilde görüp algılarız. Camı siyah bir gözlük taktığımızda kâinatı siyah bir tonda temaşa ederiz. Eğer kalp gözümüze umut gözlüğümüzü takmışsak, kâinatı ümitvar bir edayla tasavvur ederiz. Aynen öyle de kalp ve ruha ibadet gözlüğü takılmadıkça kâinatın ibadetini görmek mümkün olmuyor. Ve kâinatın ibadetini göremediği zaman onları yüksek makamlarından tenzil edip, alçaltıp başıboş varlıklar hesabıyla gördüğünden kâinatın hukukuna tecavüz etmiş oluyor.

Her bir varlık birer mektub-u Samedanî olduğundan, yani Cenab-ı Hakk’ın kuluna göndermiş olduğu, içerisinde çok değerli mesajlar bulunan hususî bir mektup olduğundan ve Allah’ın isimlerinin ayineleri olduğundan; varlıkların ibadetlerini -gaflet veya inkârla ibadetini terk edip- görmeyen adam, her bir varlığa hakikî fazilet ve değerine zıt ve hatalı bir şekilde bakar ve manen onların hukukuna tecavüz eder. Hem yaratılış gayesi olan ibadeti terk ettiğinden, Allah’ın hikmetine ve iradesine bir tecavüz hükmüne geçtiği için dehşetli cezaya müstehak olur.

Dipnotlar:
1) 23. Lem’a, Hatime.
2) a.g.e.
3)a.g.e.
4) 24. Söz, 4. Dal.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*