Antideist bir söylev

“Kâinat ve içinde insan, başıboş bırakılmış değildir.”

“Zaman yaratılıştır” diyen Nobelli kimyager Prigogine, kâinatın direklerinin Allah’ın her an eşyayı biteviye yaratmasıyla ayakta kalabildiğini ifade eder. Kaos, nizam, ritim, tekrar, görelilik ve matematik içinde devamlı surette devinen kâinat O’nun “Kayyumiyet”inden medet almaktadır. Sanatın ve sanat olan her şeyin Rabbi; kendi sanatını üzerlerinde güçsüzlük, kuvvetsizlik, hikmetsizlik, yetersizlik ve süreksizlik damgası görünen bir takım unsurlara bırakmaz; malını haramilere yedirmez; sanatına karşı övgüleri başkalarının hırsızlamasına müsaade etmez.

Kâinat başıboş bırakılmadığı gibi, onun seçkin bir misafiri ve hayretkâr bir izleyicisi olan insanoğlu da başıboş bırakılmamıştır. Peygamber, vahiy, ilim, bilim, ilham v.s. gibi pek çok yollarla âdemoğlu üzerinde Allah’ın tasarrufu kesintisiz devam etmektedir. Deizmin doğrudan hedef tahtasında olan Peygamberler ve Mukaddes kitaplar –vahyin araçları–, Allah’ın varlığına ve tasarrufuna delil oldukları gibi, O’nun insanlık âlemi üzerinde devam eden dikkatini, faaliyetini, eğitim ve öğretimini kesintisiz surette devam ettirdiğini gösterir.

Zaman nehrine girmek için sırasını bekleyen eşya (Levh), bazen aniden ve çoğu zaman tedricen kendi içinde gül goncası gibi açılır, mânâsını ifade eder (ispat) ve zaman sahnesinden çekilir (Mahv). Yaratılış sürekli olarak “Levh-ü Mahv-u İspat”ın tekrarıdır. Hesapsız, tesadüfen veya kendiliğinden kâinatta en küçük bir olay meydana gelmez. ”O an” mevcud olan hiçbir varlık, bundan sonra ne olacağının ve kendisinden önce ne olduğunun bilgisinde de değildir. Dolayısıyla süreğen olan sadece yaratımdır; eşya yaratımın tezgâhında ilmek ilmek dokunarak, görmek, sanatkârlarının ustalığını bilmek ve sevmek kabiliyetinde olanlara gösterirler.

Bütün gayeleri, plan ve istekleri ile Yaratıcı, kâinatı 6 günde (aşamada) yaratır. Biyolojik evren yaratılış ağacının çiçeklenmesiyle ortaya çıkar. Kendilerine bir “âdem” yaratılacağı bildirildiğinde, melekler hayretle “Yeryüzünde kan dökücü birilerini mi yaratacaksın?” diye sorarlar. “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” cevabı verilir.

Âdemoğlu, âlemin en güzel, en kapsamlı meyvesi olmakla yaratılış ağacının çiçekleri arasında beliriverir. Herkesin ve her şeyin ipi Kudret’in elinde iken, kendisini kudrete bağlayan ipin zayıf bir teli insanın eline verilir. İrade, insanı “halife” kılan ve kâinatın hiçbir tarafında bulunmayan bir meta’ olarak doğrudan ulûhiyetin dergâhından indirilen bir sırdır. İrade ile kâinatta hiçbir unsurun muhatap kabiliyetinin olmadığı Allah’ın isim ve sıfatları her bir insanda sünbüllenmeye başlar. Allah Âdem ile âlemi taçlandırmış; âlem Âdem’i, Âdem âlemi seyretmeye başlamıştır.

Âdem, yaratılış silsilesinin nihaî meyvesidir; uzun müddet kendi içindeki iradenin uyanmasını bekler. Onda içkin olan iradenin ilk filizi, İbrahim’de (as) görünür. İbrahim (as), iradenin açılımları olan b/ilim ve felsefenin başladığının habercisidir. B/ilimin en temel unsuru olan gözlemi, felsefenin belki de biricik anlamı olan akıl yürütmeyi sistematik şekilde başaran İbrahim (as), Yaratıcının varlığını aklıyla ortaya koyması ve inancını bir iradeye bağlaması ile insanlık âleminde yeni bir dönemin başlangıcıdır.

Âdem (as) ve İbrahim (as) arasında “haber, vahiy ve mucize” ile devam eden süreç; imanın akıl yürütme ve gözlemleme neticesinde temellendirilişi ile yeni bir boyut kazanır. İbrahim (as) bu sebeple dinî literatürde “imanın babası” olarak kabul edilir. Kierkegaard, “Korku ve Titreme”sinde “İmanın mı, yoksa aklın mı, yahut her ikisinin birden mi hakikati temsil ettiği” sorusunun cevabını İbrahim’in (as) serüveni eşliğinde anlatır. İbrahim’in (as) tecrübesinden yola çıkarak “kendisinde olanı ortaya çıkarıp onu gerçekleştiren insanın imanı bulabileceği”ni etkileyici şekilde anlatır.

Âdem’e (as) öğretilen isimlerin âdemoğluna “içerikten bağımsız olarak, şeklen” aktarılışı; zamanla efsanelerin türemesine sebep olur. Henüz soyut meseleleri nasıl çözümlemesi gerektiğini öğrenme sürecinde olan insan zihninde Yaratıcı, indirgenmiş bir figür olarak “tabiat olaylarına ve bunları temsil eden putlara” dönüşür. Mitolojinin ortaya çıkışı böyle gerçekleşir. Binlerce sıfatı olan Yaratıcının, bu sıfatların parçalanmış ve indirgenmiş görüntüleri olan putlarda yansıdığı düşüncesi, imanın felsefî ve sosyolojik düzlemde taliminin ilk safhasıdır.

İnsanoğlu soyut, mutlak ve sınırsız şeyleri öncelikle somutlaştırarak öğrenmeye başlar; içeriğine nüfuz etmeye, soyut yapıyı anlamaya çok daha sonra başlar. Bu dönem insanoğlunun erken-çocukluk dönemi diyebileceğimiz 5-6 yaşlarına, soyut meseleleri anlayamayan ve onları somut unsurlara indirgeyen dönemine denk düşer.

Felsefe ve B/ilim İbrahim’le (as) başlamıştır demiştik; Musa (as) ile birey olan insan ‘topluluk bilinci’ni keşfetmeye başlar. Musa’nın (as) dini ve Tevrat, içtimaî hayatta putlardan sonra yeni bir ilah tarzının, insan-tanrıların türediği zamanda gönderilir. Musa (as) ve ona indirilen kitap Yaratıcının insan tekilinden toplum çoğuluna doğru vahyini genişletmesi ve insanın tanrılaştırılmasına karşı çıkılmasını ifade eder.

İnsanlık Musa’dan (as) sonra bir hayli gelişme gösterir. Artık kabileler devri bitmiş, dünyada yaygın şekilde uluslar ve devletler dönemi başlamıştır. İsa (as) ile din “uluslar üstü ve devletler üstü” niteliğini insanlara gösterir. Zira insan iradesi, hukuk ve sosyoloji üretmeyi öğrenmiş; iradesini teslim edeceği bir “üst irade”yi pratiğe dökmüştür. İmparatorun ve Yahudi’nin ona karşı ittifakları dikkat çekicidir. Kabilenin ve cemaatin çeperlerini yırtan din artık bütün insanlığa seslenmeye başlamıştır: “Göklerin egemenliği yaklaştı.”

Yaratıcının insandan bekledikleri ortaya çıkmaya; semanın mesajı âdemoğlunda yankılanmaya devam etmektedir.

İsa (as) ile din, kurumsallaşmış bir sosyolojiye karşı mesajını iletedursun; dinin sürekli eğitiminde gelişen insan iradesi de, hukuk ve düzen (şeriat ve devlet) üretmeyi başarmıştır. Yahudi’nin olabildiğince materyalistleştirdiği dinin ahlakî ve erdemci yönü; İsa Aleyhisselam’a inen vahiy ile insanlığın sokaklarında tekrar cevelana başlar.

Hukuk ve felsefe üretebilmiş insan iradesi karşısında İsa Aleyhisselam’a inen vahiy, zamanla dönüş(türül)meye başlar. Devletin zorlayıcı gücü altında yeni bir güç odağı şeklini alarak kendini korumak ister; iradenin somutlaşmış bir şekli olan krala, sınırlarını göstermek uğruna zorlu bir çabaya girişir. “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya vermek” lâzımdır. Hıristiyanlık suretinde din, ilk defa yönetime karşı düzenli bir sosyolojik muhalefetin merkezi hâline gelir.

Kurumsallaşmış din ve siyasal irade arasında sıkışan halkın söz sahibi olması Hz. Muhammed (asm) ile mümkün olur. Dinin ve felsefenin eğitimi ile olgunlaşan yönetim erki, insan iradesinin bir kısmını temsil ettiği hâlde, halka ait olan diğer yarısını da elinde tutmaktadır. Yönetilen kesimin iradesinin yönetici erk ile buluşması ve hukuk önünde eşitlenmesi İslâm dini ile gerçekleşir.

İslâm, “ed-din”in metâ’dan nasıl özgür kılınacağını öğretmek üzere gönderilmiştir. İnsanın ‘hür ancak yine de Allah’ın kulu (Abdullah)’ olduğunu; devletin de, insanın ancak hizmetkârı olarak tasarrufta bulunabileceğini söylemekle “ed-din”den beklenen maksat hâsıl olmuştur. İnsanoğlunun vahiyle gerçekleşen eğitimi, başka bir düzeye çıkmıştır.

Yunanistan; Grek Felsefesi ve Yunan Hikmet’i aynasında, vahyin doğrudan eğitimi olmaksızın, sırf akıl ve araştırma ile insanın nereye ulaşabileceğinin görülebildiği göz alıcı bir “İrade sahnesi”dir.

Kilise ‘Yunan Hikmet’i ile Vahyi aşılamak’ girişiminde bulunmakla, şirke ve skolastik çıkmaza düşer;  Vahiy, yetersiz felsefe ile aşılanınca ortaya “düşmüş bir hikmet” çıkarır. Vahyi, felsefenin ve şiirin elinden Kur’ân kurtaracaktır. İslam Dini ile vahyin öğretici metni tamamlanmış; ancak insanoğlunun eğitimi tamamlanmamıştır.

Allah’ın isimleri ve sıfatları kâinatta tekrarlanırken öte yanda bunlar insanoğlunda iradenin açılması ve gelişmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır; insandaki bütün sıfatların nihaî anlamda ortaya çıkmalarının temel şartı olan “irade”nin gelişmesi, ancak insanoğlunun özgürlük arayışı sürecinde gerçekleşecektir. Din, iman ve özgür iradenin doğru şekilde imtizacıyla insanın halifelik yolculuğu ondan beklendiği şekilde neticelenebilir.

Her çağ kendi tarihini yazar; asrımızda yazılan kitapların hemen hepsi tarihin modern döneminin ortaya koyduğu anlayışın köklerinden fırlamıştır. Bilimin ve felsefenin evrimci, materyalist, pozitivist, determinist kuramlarla geldiği noktada “inkâr-ı ulûhiyet” (yaratıcının varlığının inkârı) gerçekte -Erich Fromm’un deyimiyle- “olumsuz özgürlük” anlayışından kaynaklanır. Fromm insanoğlunun olumsuz özgürlüğe sahip olmaya çabaladığını ve bu duruma dayanamayacağını, vazgeçmeye çabaladığı “ilk bağlar”ın yerini alacak yeni bağlara sığınmaya çalıştığını, ancak bunun nafile bir girişim olduğunu belirtir.

Elbette uzun uğraşlar sonrasında kazanılmış özgürlüğün, iradenin müsbet hâkimiyeti altına girmesi kolay değildir. Hıristiyan dininin mağlubiyeti modern döneme ulaşılmasının hikâyesidir. İradenin gerçekte temel bir davası olduğu söylenebilir: “Kendisini bu âlemde var kılanın, kendisi ile ilettiği mesajın yine kendisinde doğru şekilde tecellî etmesi.”

İrade ancak hür bir iklimde gerçek mahiyetini ortaya koyabilir. Özgürlüğü bastırmaya çabalayan hanedan ve ruhbandan sonra modern dönemde karşısına faşist ve komünist söylemler dikilir. Kişinin beceremeyeceğini düşündükleri ‘hür irade’yi onun adına yönetme gayretine girişen hanedansız, servetsiz, şöhretsiz tipler; siyasetçi bürokrat, entelektüel ve gazeteci efradı türeyiverir.

Hürriyetini kazandığı anda kaybetme riskiyle karşı karşıya kalan modern insan şimdi çoğalan aktörlerin yeni hedefi durumundadır. Propaganda, manipülasyon, reklam ve istatistik; vahyin, duanın ve vaazın yerini almaya çalışmaktadır. Âdemoğlu, inancını kaybetmenin her şeyini kaybetmek anlamına geleceğini tam mânâsıyla şimdi tecrübe etmektedir.

Modern dünyada kurumsallaşmış bütün dinî kurumlar giderek işlevlerini yitirmektedir. Vahyi kendi korumaları altına almış görünen bütün mahfazalar birer birer kırılmaktadır. Ancak tarih boyunca çok nadir dönemlerde gerçekleşen bir durum; “bireyin doğrudan vahiyle karşı karşıya kalması”, doğrudan onunla muhatap olması için bir fırsat; Hz. İbrahim’in (as) yönteminin, elde kalan korunmuş ve tamamlanmış son vahiy metni olan Kur’ân ile buluşabileceği bir dönem ortaya çıkmıştır. Din ve Allah’ın nuru, tam da yok edildiğinin düşünüldüğü sırada bütün haşmetiyle ortaya çıkmak üzeredir. Hâsılı, Allah kâinatı her an kudret elinde tuttuğu gibi; kâinatın en önemli bir meyvesi olan âdemoğlunu da hiçbir zaman başıboş bırakmamıştır, bırakmayacaktır. Deistlerin kulakları çınlasın! Vesselam.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*