Musika-i Kübra’da latîf bir nağme olmak

İnsan bir yolcudur. Yolculuğumuz ruhlar âleminde başladı. Oradan ana rahmine düştük. Ondan sonra da dünyaya. Sonra kabre, haşre, ebede kadar yolculuğumuz devam edecek. 4. Söz’de de belirtildiği üzere, bu yolculuk iki ay gibi bir zaman sürecek ve dünya hayatı sadece bu yolculuğun bir gününü oluşturuyor. Peki, biz neden yolculuğa çıktık? Çıkmak zorunda mıydık? Ya da bu yolculuğun anlamı nedir? Bu sorular zihnimizi kurcalarken aslında bizleri yaratılış amacımızı düşünmeye doğru sürükler. Genelde kötü hadiselerle karşılaşınca sorgularız neden bu dünyaya gönderildiğimizi, ama aslında bu, aklımızdan çıkarmamamız gereken en temel meseledir. Bu mesele; Bizi, kendimizi, dünyayı, kâinatı anlamamız için bir anahtardır.

İşaratü’l-İ’caz’da Hz. Âdem’in yaratılma meselesinde, Cenab-ı Hak Âdem’i (as) yaratacağını meleklere bildirdikten sonra meleklerin itiraz etmesi üzerine, onlara, Âdem’in (as) bütün isimleri bilmesini mu’cize olarak gösterir. Konunun geçtiği bölümde Bediüzzaman, meleklerin de isimleri bildiğini, fakat âyette geçen ‘bütün isimler’ ifadesinden Âdem’e (as) bütün isimlerin bilgisinin verildiğini açıklar. İsm-i Kayyum bahsinde Bediüzzaman, melekler ve insanlar arasındaki farktan bahsederken şu ifadelere yer verir: “İnsan camiyet-i tamme ile bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevk eder. Hususan rızıktaki zevk cihetiyle pek çok Esma-i Hüsna’yı anlar. Hâlbuki melâikeler onları o zevkle bilemezler.”1 İsimleri bilmek bizi meleklere üstün kıldığı gibi, aynı zamanda niçin yaratıldığımız sorusunun cevabını oluşturur. Dolayısıyla bizler insan olarak, isimleri bilerek Cenab-ı Hakk’ın mahiyetini diğer mahlûkattan daha kapsamlı bir şekilde kavramaya imkân sağlayan cihâzâtları barındırırız. Bediüzzaman, bundan dolayı insana “nüsha-i camia” ismini verir. Yani bizde bulunan zahir, bâtın duygularımızla, bilhassa vicdanımızla beraber kâinatı ihata eden kabiliyetlere mazharız. Bu havasların ve kabiliyetlerin her birisi Cenab-ı Hakk’ın bir, belki birden fazla ismine âyine olmak için yaratılmıştır.

“Ben gizli bir hazineydim bilinmek istedim ve kâinatı yarattım”2 buyuran Cenab-ı Hak masivayı bir maksat üzerine halk ediyor. “Mevcudatın icadındaki en mühim makasıd-ı Rabbaniye, kendini zîşuurlara tanıttırmak, sevdirmek ve medh-ü senasını ettirmek ve minnettarlıklarını kendine celbetmektir.”Peki, tanımadan methedebilir miyiz? Bilmediğimiz ve anlayamadığımız bir şeyi methetmek mümkün değildir. O zaman Cenab-ı Hakk’ı bilmeye ve tanımaya muhtacız. Mekân, zaman ve cisimden münezzeh olan bir varlığı, biz insan olarak, bahsettiğimiz olgular dışında nasıl tanımlayabiliriz? Cenab-ı Hakk’ı anlama ve anlamlandırmaya çalışırken, O’nun isim ve sıfatları bizim için kilit rol oynar. 29. Lem’a’da denildiği gibi, biz esere bakırız, eser bizi fiile götürür, fiil isme, isim sıfata, sıfat şuuna, şuun (hadiseler) ise zâta ulaştırır. Biz yaratılanlardan, kendimizden başlayarak tefekkür (düşünmek), tezekkür (zikretmek), taakkul (akıl erdirmek) ederek bizzât Cenab-ı Hakk’ın zâtına ulaşabiliriz.

Kâinatı yaratarak bilinmek isteyen bir zâtı bilmek için gönderilmiş olduğumuz düşünülünce Allah’ı tanımaya mecbur ve mükellefiz. Allah kavramını zihnimize oturtmak için isim ve sıfatların yardımına muhtacız. Bunun için de kâinat yüzünde, nerden bakarsak görebileceğimiz iki isim karşımıza çıkar: Vâhid ve Ehad. Cenab-ı Allah, İsm-i A’zam olan Fert isminin sikkesini hem kâinata, hem yeryüzüne, hem insanın yüzüne vurarak şeriklerin yaratma olayına müdahalelerinin olmadığını zihnimize yerleştirmek istiyor. Fert ismi zâtında ve işlerinde tek olan demek olduğu gibi aynı zamanda Vâhid ve Ehad isimlerini de tazammun (içine almak) ediyor.

Risale-i Nur’da ifade edildiği gibi, kâinat birinindir demek “vahdaniyet”, her bir şeyi en küçükten en büyüğe kadar her şeyin mevcut birinin yaratması ile olduğunu düşünmek “ehadiyet” oluyor. İlginçtir ki altı tane İsm-i A’zam’a Bediüzzaman Hazretleri yedincisini 2. Şua’da “Ehad” olarak ekliyor. Neden Vâhid değil de Ehad ismi diğer isimlerin arasından sıyrılarak bu mertebeye gelmiş diye düşünürken, belki akıl penceresine şu şekilde bir bakış açısı yerleşebilir: Bediüzzaman Mesnevi-i Nuriye’de afakî (kâinat ve içindekilerle ilgili) tefekkürün icmalî (kısaca), enfüsî (insanın manevî yapısıyla ilgili) tefekkürün tafsilî (ayrıntılı) yapılması gerektiğini söyler. Yani enfüsî tefekkür bizde, Ehad ismini a’zamî (en fazla) mertebede gösterdiği için, bu ismin şümulü içine girmiş oluyoruz. Bu da bizi, Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahim, Rezzak isimlerine isal ediyor. Böylelikle kendimizden yola çıkarak şunu diyebiliyoruz: Bana gözü veren Zât beni görür, gözümün gördüğünü görür ve her şeyi görür. Bu sebeple Cenab-ı Hakk’ı muazzam bir tanıma ile tanımaya malik olmuş oluyoruz. Belki de o yüzdendir ki 31. Pencere olan insan penceresinde şu ifade yer alır: “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku…” İnsan kendini okursa kâinatı okur. Ehad ismini hayatımızda a’zamî derecede müşahede ettiğimiz içindir ki, Cenab-ı Hakk’ı anlamaya kapı açılır. “Kendini bilen Rabbini bilir” sözü bu anlamda çok hakikatleri barındırır. Hayatın sırrı da belki bu şekilde anlaşılır oluyor: “Tecelli-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir. Yani, bütün âleme tecelli eden esmanın nokta-ı mihrakiyesi hükmünde bir camiiyetle, Zât-ı Ehad-i Samed’e âyineliktir.”4

  1. Söz’de yaratıcının iki bakışla kâinata baktığından bahseder. Bu bakışlardan biri kendi özel bakışı ile bakmak, diğeri ise gayrın nazarıyla bakmaktır. Gayr dediği aslında bizim nazarımızdır diyebiliriz. Yani Cenab-ı Hakk bizim aynamızla da kâinatı temaşa ediyor. İnsan halıkının en mükemmel aynasıdır. “Ve madem Bâki’nin esması Bâkiyedir. Ve madem Bâki’nin âyineleri Bâki’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. Elbette insana en lazım iş, en mühim vazife, o Bâki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır.”5 Esma talimi, hakikî insaniyet mertebesine çıkmak isteyen kişinin en mühim vazifesidir.

Ehadiyet meselesini aklımıza yaklaştırmak için Allah-u Teâlâ, kâinata “sır” dediğimiz kanunlarından yerleştirmiştir. Bunlardan biri “nuraniyet” sırrıdır. Bu sır ile Cenab-ı Hak, bütün mahlûkat ile birbirine engel olmaksızın ilgilenir. Bir iş bir işe engel olmaz. Biri ile ilgilenirken diğerinin imdadına koşmasına mâni’ yoktur. Güneşin bir nesneyi ısıtırken diğer bir eşyayı ısıtmasına mâni’ olmaması gibi. Hem kalbimin hâcâtını yerine getirirken, öte taraftan midemin de duasına cevap verip ihtiyacını temin etmesi Ehad isminin cilvelerindendir.

Elhasıl, Cenab-ı Erham-ür Râhimîn bize şah damarımızdan daha yakındır. Şu dünyada; hem her yerde olan, hem de hiçbir yerde olmayan bir zâtı tanımaya ve sevmeye çalışıyoruz. Fakat bunu yapabilmemiz için O’nun fiillerinden yola çıkarak isim ve sıfatlarına ulaşmamız lâzım. 23. Söz’de denildiği gibi, ancak iman edince Cenab-ı Hak ile bir bağ kuruyoruz ve bu bağ ile üzerimizdeki isimler birer birer kendini okutuyor. Biz de hem okuyup hem de okutmaya ancak imanı elde edince mazhar olabiliyoruz. Ve kâinattaki işler düzene ancak bu şekilde dâhil olabiliyoruz. Nasıl ki vücudumuzun en küçük hayattar birimlerden olan enzim, substrat dediğimiz ona uyumlu madde ile anahtar kilit uyumunu yakalamadan çalışmaz. Ve o enzimler çalışmazsa vücudumuz bir nevi işlevini kaybeder. Aynen bunun gibi tabiri caiz ise insan, substratı olan Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatları olmadan, onları anlamadan kâinatta ondan beklenilen maksadı yerine getiremiyor. Durum bu şekilde olursa insan sadece dünyanın imarı için çalışan bir varlıktan öteye geçemiyor. Fakat vazifemizi bilip ona göre hareket edersek, bütün mevcudatın ehadiyet cilvelerine âyine olduğu gibi ayna olmaya çalışırsak, ancak bu şekilde kâinattaki musika-i kübra içinde latîf bir nağme olarak yerimizi hazırlamış oluruz.

Dipnotlar:
1) Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2011, s. 956
2) Aclûnî, Keşfü’l-Hâfâ, II/132
3) Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2005, s. 41
4) Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2012, s. 212
5) Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2011, s. 35

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*