Senin Allah’ın kim?

İnsana biraz tuhaf geliyor bu soru, değil mi? Ne demek Allah’ın kim, hâşâ kaç tane Allah var da bu soruyu soruyorsun, Allah işte. Ama müşrikler de yaptıkları antlaşmalara besmele ile başlıyor, yemin verirken Allah adına yemin veriyorlardı. İstanbul’da gittiğim kilisede Hıristiyanlar Allah’a dua ediyorlardı. Madem Allah’a inanıyordu onlar da, o zaman, onların Allah’ıyla peygamberin Allah’ını birbirinden ayıran neydi?

Yalnızca bir yaratıcının var olduğunu kabul etmek neden yeterli değil? Esma-ül Hüsna esasında nedir? Zikir gibi çekilmek, kartlara yazıp ezberlemek için mi vardır? Kafamdaki bin soruya cevaplar ararken karşılaştığım “Senin Allah’ın kim?” sorusu, cevaba giden yolu açtı.

“Ben kulumun zannı üzereyim” hadis-i kudsîsini düşündürüyor bana bu soru. Soru elbette birden fazla ilahın varlığını ima etmiyor. Aksine, kişinin O’nu nasıl tanıdığını irdeliyor.

Tevhid dediğimiz uçsuz bucaksız bir deniz ve fark ettim ki “her şeyi biri yaratmıştır” deyip bırakmak, o denize yalnız gözünü değdirmek gibi bir şey. O biri kimdir, nasıl biridir, ne yapar, işleri, eserleri, vasıfları nelerdir diye sormamak, bu soruların cevaplarını bulmak için çabalamamak beyhude zaman geçirmek şu dünyada.

Oysa insan unutkan bir mahlûk. Sürekli maruz kaldığı uyaranlarla kaybolup gidecek kadar şaşkın, aklı karışabilecek kadar nazik. Hakikat, insanın bu bulanık ve karışık dünyasının algıladığından bağımsız ve çok daha muazzam. Kendi aklıyla Yaratıcısını bilemeyecek kadar aciz olan bu yaratılmış, ancak Yaratıcının öğretmesiyle O’nu tanıyabilir.

Risale-i Nur’da Bediüzzaman Allah’ı hiç Allah diyerek anlatmaz. Kâinat bir saraydır ve bu sarayın bir Malik-i Zülcelâl, bir Hâkim-î Zülkemâl, bir Sâni-î Zülcemâli vardır.1 Hâlık-ı Rahîm, Rezzak-ı Kerîm, Sanî-i Hakîm gibi isimleriyle anlatır insanın Yaratıcısını. Kur’ân’a ciddi talebe olmuş birinin duruşudur bu. Kur’ân’ı Kerîm’de kendisini kuluna anlatan Cenab-ı Hak, yaptığı iş ile vasıflarıyla anlatır.

Bu meselenin nazarımı celb etmesi, son zamanlarda sıkça karşılaşmaya başladığım, “Benim inandığım Allah benden bunu istiyor olamaz” diyerek “kendince” mantıklı bulmadığı ibadetlerin aslında olmadığını iddia edip delil arayan bir tavırla oldu. Böyle bir söylem ve davranış biçimi ben ve benim gibi düşünen pek çok insan için dehşet verici. Bu tavrın sebebi üzerinde düşününce, Yaratıcıyı hakkıyla tanımamaktan kaynaklı olabileceğini fark ettim. Ancak bu tavır sadece bu söyleme sahip kişilere mahsus değil.

Bu hakikatin bir parçasını görünce, kendi hayatımda yaşadığım sıkıntıların da kaynağının benzer olduğunu görüyorum. O’nun Rezzak-ı Kerîm olduğunu anlamadığımda, aç kalacağımdan korkup, kanaat edemiyor, âlemlerin Rabbi olduğunu, her şeyin O’nun mülkünde bulunduğunu unuttuğumda, her şeyi benim hesaplayıp planlamam gerektiğini zannedip kendimi beyhude yoruyorum. Hâkim-i Hakîm olduğunu düşünmediğimde, güvenip tevekkül edemiyorum. Bu liste böyle uzayıp gidiyor.

“Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.”2 cümlesi duanın en güzel bir meyvesi olarak bahsediliyor. Daha önce fark etmediğim nokta ise şu: Kişinin bu meyvenin tadını hakkıyla alabilmesi, kimin kapısına gittiğini hakkıyla bilmesine bağlı. O’nu bilmenin yolunu yine O gösteriyor. Kendi kelâmıyla ve resulüyle bize kendisini anlatıyor.  İnsana düşense; Kulağını, kalbini, hayatını o kelâma açmak, O’nu tanıtanı dinlemek ve takip etmek.

Dipnot:
1) Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2005, s. 916
2) Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2005, s. 508

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*