Peygamberi tanımak, hikmeti anlamak

Kelâm-ı Ezelî olan Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın kelâmı olmasıyla beşerin dünya ve ahirete dair bütün ihtiyaçlarına hitap eden mu’cizevî bir eserdir. Resul-i Ekrem’e (asm) verilmiş en büyük mu’cize olarak tabir edilen Kur’ân, her ciheti ile hikmet doludur ve hikmet dolu olmasından ötürü içerisindeki hiçbir harf, hiçbir kelime, hiçbir âyet, hiçbir mânâ abes değildir. Her birinin aslî kastetmek istediği mânâ dışında mânânın hakikatine yardım eden çeşitli hikmetleri vardır.

Kur’ân-ı Hakîm’de çokça zikredilen bir husus da beşeriyetin rehberleri olan peygamber efendilerimizin kıssaları ve dualarıdır. Beşeriyetin icmalî bir özeti olan peygamberlerin hususî vaziyetlerini ve kavimleri ile münasebetlerini beyan eden bu kıssalar, birçok hikmete binaen Kur’ân-ı Hakîm’de zikredilmiştir. Bu hikmetlerden birisi, eski kavimlerin hâllerinden ders ve ibret almak olduğu gibi, bir başka hikmeti de Hz. Muhammed’in (asm) risalet ve nübüvvetini ehl-i kitaba karşı ispat etmek ve onların itirazlarını izale etmektir. Bir başka hikmeti de zikredilen peygamber mu’cizeleri ile beşeriyetin terakkîyatına yardımcı olmaktır. Bu ve buna benzer hikmetlerine ek olarak, bu kıssalar, ahir zaman insanı için en ziyade kendi hususî dünyasında yaşadığı vaziyetlere ders olacak ve onu ubudiyet ve itaate sevk edecek nitelikte kıssalardır. Tabiî ki hikmet nazarı ile bakmak şartı ile.

Kur’ân-ı Kerîm’de en fazla zikredilen ve tekrar edilen kıssa Hz. Musa (as)’nın Firavun ile olan mücadelesini ve kavmi ile olan münasebetlerini beyan eden meşhur kıssadır. Kıssada beyan edildiği üzere Hz. Musa (as) tebliğ vazifesini alınca, evvela kardeşi ile beraber Firavun’u imana davet etmek üzere gider, fakat Firavun tebliği reddedip onları ölüm ile tehdit eder. Hz. Musa (as), kavmi olan İsrailoğulları ile kavmine zulmeden Firavun’un diyarından çıkıp kutsal topraklara giderken kavmi ile muhtelif şekillerde imtihan olunur.

Hz. Musa (as) Firavuna karşı risalet ve tebliğ ile vazifelendirildikten sonra Rabbine şöyle niyaz eder; “Ey Rabbim! Benim göğsüme genişlik ver, işimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Bir de bana ailemden bir vezir ver. Kardeşim Harun’u. Onunla arkamı kuvvetlendir. İşimde onu bana ortak et ki seni çok tesbih edelim. Seni çok analım. Şüphe yok ki sen bizi görüp duruyorsun.”1   Bu duada ve kıssanın bu dua ile alâkalı kısmında çok gizli bir hakikat ve çok yüce bir hikmet var.

Hikmet nazarı ile bakan için alınacak ders şöyledir: Hz. Musa (as) firavuna tebliğ ile vazifeli olduğu gibi, biz Müslümanlar da enfüsî dairemizde küçük bir firavun olan nefsimiz ve enaniyetimize tebliğ ile vazifeliyiz. Bu tebliğ vazifesi için de Rabbimize niyaz etmeli ve ondan nefsimize ve enaniyetimize karşı bize yardımcı olmasını dilemeliyiz. Resul-i Ekrem’in (asm) “Ya Rab göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsim ile baş başa bırakma”2mealindeki duası da bu hakikate parmak basıyor.

Aynı zamanda bu nefis ile mücadelemizde kardeşlerimiz ile de tesanüd etmeli, Rabbimizi beraber zikrederek birbirimize takva ve nefisle mücadele vazifesinde yardımcı olmalıyız. Hz. Musa’nın (as) kardeşi Hz. Harun’u (as) kendisine yardımcı istemesi gibi, biz de Müslüman kardeşlerimiz ile ittifak etmeli ve Rabbimizden kardeşlerimiz ile olan tesanüdümüzü muhafaza etmesi için dua etmeliyiz. Rabbimizi kardeşlerimiz ile anmalı, birlikte tesbih etmeliyiz.

Fakat bizim Hz. Musa (as) ile şöyle bir farkımız var ki; onun vazifesinde Firavun ıslah olmaması durumunda Hz. Musa’nın dünya hayatını ve dolayısıyla muvakkat bir ömrünü tehdit ediyordu. Bizim firavunumuz olan nefsimiz, ıslah olmaz ise ahiretimizi ve ebedî hayatımızı tehdit ediyor. Dolayısı ile biz Hz. Musa’nın (as) duasına ve kardeşlerimiz ile takva ve ubudiyet noktasında tesanüd ve ittifaka daha ziyade muhtacız.

Yine Hz. Musa (as) kavmi ile çölde giderken, Tur Dağı’na vahye mazhar olmak için gideceği zaman kardeşini kavminin başında bırakarak, ona bozgunculardan olmamasını ve onları ıslaha çalışmasını tavsiye eder. Geri döndüğünde ise kardeşinin şefkatli olması ve takat yetirememesi nedeniyle kavmini buzağı heykeline taparken görür. Kardeşine hiddetlenir ve Hz. Harun’u (as) yakalayıp kendine doğru çeker. O sırada Hz. Harun (as); “Ey anamın oğlu, inan ki bu kavim beni güçsüz buldu, az daha beni öldürüyorlardı, sen de bana böyle yaparak düşmanları sevindirme ve beni bu zalim kavimle bir tutma.”3 diyerek Hz. Musa’yı (as) ikaz eder. Ardından Hz. Musa (as) kardeşi ile beraber Cenab-ı Hakk’a dönerek; “Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Sen merhametlilerin en merhametlisisin”4 diye dua eder.

Burada da alınacak şöyle hikmetli bir ders vardır: Kıssada bozgunculuk yapan İsrailoğulları kavmi iken, bizim enfüsî dairemizde bozgunculuk yapan ise heva ve hevesin etkisi ile bizi günahlara sürükleyen kötü haslet ve cani sıfatlarımızdır. Eğer bir kardeşimizi zayıflığı nedeniyle bu cani sıfatlar ve kötü hasletler ile kuşatılmış görürsek, onu kendi hâlinde bırakmamalı, onun zatını bütün bütün terk etmemeli, cani sıfatları yüzünden güzel cihetlerini görmezden gelmemeli ve ona takva ve ubudiyette yardımcı olarak Hz. Musa’nın (as) yaptığı duayı aynısı ile kardeşimiz için yapmalıyız. Eğer bunu yapmazsak kardeşimizi kaybedeceğimiz gibi, onun ahiretini kaybetmesine de sebep olmuş olur, onu kendi elimizle ateşe atmış oluruz. Kardeşlerimiz ile takva cihetinde yardımlaşmalı ve birbirimizin takva kalesine dua ile yardım etmeliyiz.

Kur’an-ı Hâkim’de zikredilen kıssalardan birisi de Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva’nın meşhur kıssasıdır. Malûmdur, Hz. Âdem (as) ile Havva Cennet’te yaratıldılar ve oranın yaşama şartlarına münasip bir cesed ile nimetlerinden istifade ederek saadet içinde yaşıyorlardı. Cenab-ı Hak Cennet’in bütün nimetlerini onlara helâl kılmakla beraber bir ağacın meyvesini onlara yasak etmiş ve ona yaklaşmaktan şiddetle men etmişti. Fakat, şeytanın telkini ve nefislerinin de tesiri ile Hz. Âdem (as) ile Havva yasak ağaca yaklaştılar ve meyvesinden istifade ettiler. Bunun üzerine Cennet’e münasip olarak halk edilen cesedleri tesettürünü kaybetti ve Cenab-ı Hakk’ın huzurunda mahcup duruma düştüler. Hatalarını anladıktan sonra Rablerine dönerek; “Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, şâyet Sen bize mağfiret ve rahmet etmezsen, biz mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz”5 diye niyazda bulundular. Cenab-ı Hak da onları dünyaya indirerek imtihan meydanını açtı ve dünya imtihanından sonra tekrar Cennet’e idhal etti.

Bizim bu kıssadan ve duadan alacağımız ders ise şudur: Hz. Âdem (as) ve Havva ebedî saadet yurdu olan Cennet’te yaşıyorlardı, biz ise mü’min için zindan olan dünya hayatında yaşıyoruz. Hz. Âdem (as) ile Havva için nefislerini cezb edecek ve şeytanın sevk edeceği tek yasak ağaç vardı. Bize yasaklanan nefis ve şeytanın sevk ettiği haramlar ve günahlar ise, çok fazla ve çeşit çeşit. Hz. Âdem (as) ile Havva yasak ağacın meyvesini yediklerinde tesettürü kaybedip imtihan meydanı olan dünyaya gönderildiler. Bizim ise haramlara yanaşmamız ve günahlara karşı tesettürümüz olan takvamızı bırakmamız neticesinde gideceğimiz yer ebedî şekavet yeri olan Cehennem’dir. Bu cihetlerden biz insanlar Hz. Âdem (as) ve Havva’dan daha tehlikeli bir vaziyetteyiz, Hz. Âdem (as) ve Havva’nın ettiği duaya onlardan daha ziyade muhtacız. Biz onlardan daha ziyade bu duayı etmeli ve haramlardan, günahlardan, nefis ve şeytanın telkininden kendimizi muhafaza ederek takva kıyafetine bürünmeliyiz. Yoksa ahireti kaybetme ve Cenab-ı Hakk’ın huzurunda ziyade mahcup duruma düşme tehlikesi ile karşı karşıyayız.

Kur’ân-ı Hakîm’deki mühim bir diğer kıssa da Hz. Nuh’un (as) kıssasıdır. Hz. Nuh (as) kavmine peygamber olarak gönderildiğinde her peygamber gibi alay ve yalanlamayla karşılaştı. Uzun yıllar süren tebliğin neticesinde kavmi ıslah olmadığı gibi, “Rabbinden gelen azabı getir de görelim”6 diye meydan okudular. Bunun üzerine Allah Hz. Nuh’a (as) bir gemi yapmasını ve kendisine inanan herkesi alarak azabın gelmesini beklemelerini söyledi. Sonra meşhur Nuh Tufanı ile o kavim helâk oldu ve ancak inananlar kurtarıldı. Hz. Nuh’un (as) oğlu da helâk olanlar arasındaydı, Hz. Nuh’un (as) davetine karşılık “Ben yüksek bir dağa sığınırım”7 diyerek gemiye binmeyi reddetmişti. Hz. Nuh (as) evladının neden helâk olduğunu Cenab-ı Hakk’a sual etti. Bunun üzerine Allah, Hz. Nuh’un (as) oğlunun inanlardan olmadığını ve bu yüzden onun oğlu da olmadığını söyleyerek ikaz etti. Hz. Nuh (as) bu ikazın ardından; “Ey Rabbim! Ben bilmediğim bir şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım. Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen ben hüsrana uğrayanlardan olurum”8 diye niyaz etti. Hz. Nuh’u (as) bu suale sevk eden sebep elbette ki babalığın iktizası olan evladına karşı şiddetli şefkati idi.

Bizler bazen şiddetli şefkatten dolayı Cenab-ı Hakk’ın kâinattaki hikmetli faaliyetlerine itiraz edebiliyor, hikmetini anlayamıyoruz. Hz. Nuh’un (as) bu şefkati sadece evladına duymasına karşılık, insanlara olduğu gibi her zihayatın eleminde, adeta -haşa- Allah’tan fazla şefkat göstermeye kalkıyoruz. Bazen de bu şefkat hissi ile haddimizi aşarak Cenab-ı Hakk’ı sorguluyoruz. Bu nedenle Hz. Nuh’un (as) bu duasına, belki daha şiddetle muhtacız, çünkü bilmediğimiz şeyleri, hikmetini anlayamadığımız için istiyoruz. Hz. Nuh’un (as) durumu sadece bir sualden ibaretti ve onu imanından edecek derecede değildi. Fakat bizdeki şiddetli şefkat, sualden itiraz seviyesine çıkıyor ve bir yerden sonra bizleri Allah’ın hikmetine itiraza ve imanı kaybetmeye kadar götürebiliyor. O sebeple Hz. Nuh’un (as) duasını daha fazla yapmalı ve şefkatimizi Rahman ve Rahim olan Allah’ın şefkatinden ileri sürmemeliyiz.

Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen meşhur bir dua da Cenab-ı Hakk’ın Resul-i Ekrem’e (asm) tavsiye ettiği tevekkül duasıdır. Tevbe Sûresi’nin son âyeti olan bu duada Cenab-ı Hak Hz. Muhammed’e (asm); “Eğer (onlara şefkatli olmana rağmen) senden yüz çevirirlerse, de ki; Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur ve ben ona tevekkül ettim. Yüce arşın Rabbi de O’dur”9 diyerek tevekkül duasını tavsiye ediyor. Bu dua, bilhassa iman hizmeti yapan insanlar için mühim bir düstur olan ihlâsı ve ihlâsın gereği olan tevekkülü ders verir. Şefkati elden bırakmadan hizmet etmeyi tavsiye eder ve hizmetin karşılığında görülen bir vefasızlıkta herhangi bir hissin müdahalesine fırsat vermeden doğrudan Cenab-ı Hakk’a tevekkül etmeyi O’na ittiba etmeyi emreder. Bizler de bu vefasızlık asrı olan ahir zamanda şefkati elden bırakmamalı, Resul-i Ekrem’in (asm) bu duasını herkesten ziyade zikretmeli ve Allah’a tevekkül etmeliyiz.

Peygamberler, Cenab-ı Hak tarafından beşeri terakkiye ve saadete sevk eden vazifeli insanlardır. Yaşayışlarının her anı ile insanlara rehber olan peygamber efendilerimiz Allah’ın en sevdiği kulları oldukları için de muhabbetullahı kazanmanın vesileleridir. Allah’ın sevgisini kazanmak ve rızasına mazhar olmanın yolu onlara ittiba etmekten, onları örnek almaktan ve onların yaptıkları duaları hayatına rehber etmekten geçer. Biz de kendimizi bilmeli, peygamberleri tanımalı ve nübüvvet hakikatinin geçtiği yoldan Allah’ın rızasına ulaşmaya çalışmalıyız. Peygamberlerin yaptıkları duaları vird edinmeli ve böylece Allah’ın rızasını kazanmalıyız.

Dipnotlar:
1) Taha Suresi: 25-34.
2) Ebu Dâvûd, Edeb, 110.
3) A’raf Suresi: 150.
4) A’raf Suresi: 151.
5) A’raf Suresi: 23.
6) Hud Suresi: 32.
7) Hud Suresi: 43.
8) Hud Suresi: 47.
9) Tevbe Suresi: 129.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*