Şeriat-ı fıtriyeyi imtisal

Risale-i Nur’da şeriat-ı İlahîyenin iki kısma ayrıldığını görmekteyiz. Birinci kısım şeriat, bizim ihtiyarî fiillerimizi düzenleyen kurallardır. Kısaca kitap ve sünnet olarak tabir edebiliriz. İkinci kısım şeriat ise kâinatta cari olan Cenab-ı Allah’ın koymuş olduğu şeriat-ı fıtrîye kabul edilen kanunlardır. Aslında bu kanunlar, itibarî kurallar bütününden başkasını ifade etmezler. Ne demektir bu? Mesela yerçekimi kanununu ele alalım. Dış dünyada yer çekimi şudur diye bir şey gösterebilir miyiz? Elbette gösteremeyiz. Peki, biz böyle bir kural olduğunu nereden çıkarıyoruz? Kâinattaki belli birtakım düzenler bize böyle bir kanunun varlığını apaçık göstermektedir. Elimizden bıraktığımız cismin, bıraktığımız yerde kalmayıp yere doğru meyletmesi ve bunun her zaman tekerrür etmesi böyle bir kanunun varlığını ispat eder. Zihnimizde var olan ve dış dünyada gösteremediğimiz bu kanunlara itibarî kanunlar adını veriyoruz. Tabiat dediğimiz şey, bu kanunların oluşturduğu düzendir. Adetullah, sünnetullah tabir edilir ve esas tesir sahibi değildir. Bu kavramlar ise Cenab-ı Hakk’ın sürekli yarattığı fillerine denir, adet edindiği fiiller kast edilir. Tabiat itibarî kanunlar bütünüdür, haricî bir hakikat değildir.

Mesnevî-i Nuriye’de Bediüzzaman Hazretleri, 30 seneden beri iki tağut ile mücadelesi olduğundan bahsetmektedir. Bunlar; insanda bulunan ene ve âlemde bulunan tabiattır. Bunların aslında emr-i itibarî olarak dış dünyada var olmayıp zihnimizde olması onları tağut kılmaz. Tağutu, Allah dışında ilah edinilen her şey olarak tanımlarsak, emr-i itibarî olan şeylerin ilah mertebesine gelmesi aslında söz konusu bile olamaz. Peki nasıl oluyor da bunlar ilah mertebesine geliyor? Çünkü, diyor Bediüzzaman, eneye bizzat değer verirsek önümüzde örnekleri Nemrut ve Firavun olan bir son bizleri bekler. Tabiata ise bir sebep nazarı ile bakmadığımız zaman, sanata bizzat tesir verdiğimizde, maddeci bakış açısıyla bu fabrikaya yapan nazarıyla bakıp, onu ilah mertebesine yükseltiriz. Tabiat bir nakıştır nakkaş olamaz, düzendir düzenleyici olamaz, Cenab-ı Hakk’ın iradesinden gelen kanunlar bütünüdür, kanun koyucu olamaz, der Bediüzzaman. Peki böyle olduğunu nasıl biliyoruz? Tabiatın en küçük parçası tabir edebileceğimiz zerrelere bakıyoruz. Sanki ilim sahibi olarak hareket ediyorlar. Hangi maddeye dâhil olsalar o vaziyeti alıyorlar. Her yere kendi vatanları gibi yerleşmeleri gösteriyor ki, her yerin sahibi olan ve görünen-görünmeyen âlemlerin sahibi zatın emrinde çalışıyorlar. Her bir şeye, zorlanmadan ve mâni’siz girmeleri, girdikleri yerlerde sanki önceden bilgileri varmış gibi hareket etmeleri bize, bunun kendi ilimlerinden olmadığının; ilim, irade, kudret sahibi bir zatın tasarrufu altında çalıştıklarının bir kanıtı olmaktadır. Yoksa bunları kendilerinin yaptığını farz edersek, onlara ilim, irade ve kudret vermemiz lâzımdır. Hatta Bediüzzaman, o zaman bir bitkinin vücuda gelmesi için her çiçek için yerin altında adeta Avrupa kadar manevî birer fabrika kurulmasının zorunluluğundan bahsetmektedir. Ayrıca sesleri ileten hava zerrelerinin, dünyada konuşulan bütün dilleri bilip ona göre iletmesini kabul etmemiz gerekmektedir.Risale-i Nur’da, tabiattaki bu düzeni bizzat aradaki aracıya vermek, padişahtan kendisine hediye gönderilen hediyeyi getiren adamın ayağını öpmeye benzetilir. Muhakemat’ta, bu işin bu şekilde olduğunu düşünmenin, vehmin hilesi olduğuna işaret ettiği söylenmektedir.

Hiç de bu kadar muhali kabul etmemize gerek kalmadan, Cenab-ı Hakk’ın kâinat yüzüne koyduğu kanunların yine onun emri dâhilinde çalıştıklarını kabul etmemiz, onların bir asker gibi emredilen şeyleri yerine getirmekten başka vazifelerinin olmadığını bilmemiz bizim için yeterlidir. “Cenab-ı Hak kâinatı teşkil eden zerratı, şeriat-ı fıtrîyesine müsahhar ve mutî’ ve evamir-i tekviniyesine de münkad ve mümtesil kılmıştır. Bir arı, ‘Kün’ emrine imtisalen matlub bir şekle girdiği gibi, herhangi bir hayvan da aynı emre imtisalen irade edilen vaziyetlere girer.” (Mesnevî-i Nuriye, Zerre) Allah’ın emirleri sadece ve sadece “kün” emrine bakar. Yani, “Ol der ve oluverir.” (Yasin Suresi: 82) “Ol” demesi ve olması arasında zamansızlık söz konusudur. Kader her şeye bir kalıp tayin etmiştir. Ve kudret o kalıp üzerinde işleyip mevcudatı görünür kılmaktadır. Kâinatta her bir ecza öyle muti’ birer neferdir ki Cenab-ı Hakk’ın onlara, “İsteyerek veya istemeyerek gelin” emrine karşı “İsteyerek geldik” (Fussilet Suresi: 11) demişlerdir.

Buraya kadar bahsedilen mevzular kâinattaki işler düzenin şeriat-ı fıtrîye kanunları dâhilinde olduğu ve bu kanunlara bütün zerrelerin, tabiat tabir ettiğimiz Cenab-ı Hakk’ın yarattığı (bizler dışındaki) mahlûkatının boyun eğerek mükemmel bir düzen oluşturulduğu üzerineydi. Şimdi ise bu şeriat-ı fıtrîyeyi insanın istimal edip nasıl terakkî etmesi gerektiği üzerinde duracağız.

Bakara Sûresi 21. Âyet’in tefsirinde Bediüzzaman Hazretleri şu husus üzerinde durur: “İnsan santral gibi, bütün hilkatin nizamlarına ve fıtratın kanunlarına ve kâinattaki nevamis-i İlahîyenin şuâlarına bir merkezdir. Binaenaleyh insanın o kanunlara intisap ve irtibat etmesi ve o namusların eteklerine yapışıp temessük etmesi lâzımdır ki, umumî cereyanı temin etsin. Ve tabakat-ı âlemde deveran eden dolapların hareketlerine muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmesin. Bu da ancak evamir ve nevahiden ibaret olan ibadetle olur.” (İşarat-ül İ’caz) Burada, kâinattaki kanunlara dâhil olmamızın yolunun ibadetlerle olacağı anlatılmaktadır. Diğer mahlûkattan farklı olarak, Cenab-ı Hak insanda cüz-i ihtiyarî denilen seçim yapabilme özelliği halk etmiştir. Bu seçim yapabilme özelliği ile bu umumî cereyan tabir edilen fıtrî kanunlara dâhil olup olmamak elimizdedir. Çünkü kâinatta işler bir düzen var ve bizden beklenen, buna uyum sağlayıp buna göre hareket etmektir. Lâkin biz, bu düzene uyum sağlamamayı da seçme hürriyetine sahibiz. Mesela Muhakemat 1. Makale’nin 6. Mukaddemesi’nde kâinatta var olan taksimü’l-a’mal denilen iş birliği kuralını görmekteyiz. Bu iş birliği, kâinattaki mevcudatı kemâl noktasına doğru götürmekte. Bizde yerleştirilen kabiliyetlerimizi biz de taksimü’l-a’mal kaidesine göre çalıştırırsak şeriat- ı fıtrîyenin emirlerine imtisal etmiş oluruz. Yoksa su-i istimal ederek şevkimizi yalancı bir hırs ile riya ve üstün gelme meyli ile zayi’ edersek, hem kemâlât noktasında geri kalıp hem de cehenneme ehil olacak vaziyete gireriz. Peki, bu iş birliğini nasıl yapacağız? Bu sorunun cevabı ise 14. Söz’ün 2. Makamı’nda bulunuyor. Orada kâinat yüzüne vurulan sikkelerden dayanışma ve yardımlaşmanın “Bismillah” ile sağlandığından bahsediyor. Yani bizler de Allah’ın adı ile hareket ettiğimizde, Cenab-ı Hakk’ın ismi ile işlerimize başladığımızda kâinattaki bu fıtrî kanuna uyum sağlamış oluyoruz. Her bir mevcut bize musahhar ediliyor. Bir diğer kısım ise Fatiha Sûresi’nin tefsirinde “Ancak sana ibadet ederiz” ifadesinin açıklandığı kısımda geçmekte. Biz namaz kıldığımız zaman, “ancak sana ibadet ederiz” dediğimizde “şeriat-ı fıtrîye-i kübraya tâbi’ olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid ve âbid olmuş” (İşarat-ül İ’caz) oluyoruz. Demek bu fıtrî cereyana uyum sağlamanın yolu ibadet etmek ve ibadetlerin fihristesi olan namaz kılmaktan geçiyor.

1 Yorum

  1. Binler Maşaallah, bu meseleye nerdeyse yok denecek seviyede değinilmektedir. İnternette gördüğüm yazılar açısından nisbeten en dolusuydu. Lütfen bu meseleyi derinleştiriniz. Sadece Risale-i Nur açısından ne kadar mühim olduğu değil, İslam açısından da ne kadar kıymetli olduğu anşaşılmadığından problem yazıyoruz. Zira iki şeriatla da mesuluz. Ahmed İhsan GENÇ isimli ağabeyimiz ders yaparken bu konuya yeri geldikçe sürekli değinir ve “Kardeşler, biliyor musunuz biz iki şeriatla mesuluz? diye sorardı.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*