“Sâni’-i Kerim, Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibariyle dünyadan, merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor, istirahata bir meyil ve başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelan-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor.” (Sözler)
Gunter Grass, “Benim her yere gidesim var, hiçbir yere dönesim yok”, derken bitmez bir seferde olduğunu söylüyordu. Daryush Shayegan, ölümünden bir süre önce yapılan bir söyleşide “Göçebe düşüncenin dünyayı nasıl tekrar büyülü kılacağı üzerine kafa yoruyorum” diyordu.
Endülüs sonrası İspanya’da kalan Müslümanlara Mudejar ismi verilmekteydi. Sanatta ve mimaride çok yetenekli olan Mudejarlar, Güney Amerika’yı inşa eden kitle olmuş. Tarihçi Dr. B. Thomas’a göre, bugün Latin Amerika olarak bilinen, Güney Amerika bölgelerinin tasarlanmasında ve inşasında bizzat rol oynadılar. Dr. Thomas; “XVII. ve XVIII. yüzyılda pek çok yetenekli Müslüman işçi, Meksika, Yukarı Peru (Bolivya), Yeni Granada (Kolombiya), Guatemala ve Küba gibi İspanyol kolonilerine gitmek için anlaşmaya vardı. Bu ülkelerde sömürge binaları, taş işlerinde, ızgaralarında, marangozhanelerinde Mudejar dekorasyonunun açık delilini taşıyor” diyor.
Modern göçte, göçün sayısal artışı büyüdükçe gereklilikler artıyor. Bu maddî sermayeden sosyal sermayeye ihtiyaçları üretiyor. Norbert Elias’ın “Yerleşikler ve Yabancılar” adlı çalışması göçün çok boyutluluğunu ortaya koyuyor. Dışlanmak, aşağılanmak… Diğer taraftan, sahip olduğu kaynakları paylaşmak istememek. Turistin gözünde yabancı evcildir, diyor Zygmunt Bauman. Ancak misafir ile komşuluk farklı; çünkü komşuluk eşitlik gerektiriyor. Jacques Attali, “Yahudiler, Dünya ve Para” adlı kitabında şunu belirtiyor: “Kent yukarı doğru çıkışın daha kolay olduğu yerdir. Korkunun bir sebebi göçmenin hiyerarşide yerleşiğe tehdit oluşturmasıdır. Şehrin en yoksul yerlerine gelip buradan yükselen bir hayat…” Yahudiler mesela; sürekli fakirliğe düşüp sıfırdan başlamak yeteneklerinin gelişmiş olmasıdır. “Tam çok zengin olacaklarken her defasında onları tekrar fakir düşüren ve her şeye sıfırdan başlamaya iten bir şey meydana gelmiştir.” Yahudilerin göçmen başarısının sırrı olarak şu söyleniyor: “Nerede olursa olsunlar Yahudi olmayan komşuları için iyi olmayan hiçbir şey onlar için de iyi olamaz. Yahudi göçünün neticesi göçmenin en büyük gereksinimin iletişim olduğunu Julies Reuters anlamıştır: Bir gazete zaman ve yenilik satar. İletişim sektörü bu yüzden büyük oranda Yahudi kaynaklı olmuştur.”
Daryush Shayegan, “Öyle bir noktaya geldik ki; şayet dönüş olacaksa, ancak düştüğümüz yerden kalkarsak olacaktır” derken göçün zihinlerde gelişecek olmasına dikkat çekiyor: “Beni daima büyülemiş olan Wagner’in Parsifal’indeki formüldür bu: ‘Yara ancak onu açan mızrakla iyileştirilebilir.’ Rahatsızlığımıza bir çözüm varsa, ancak kararsızlık ve kuşkuyla uğraşarak ortaya çıkacaktır bu.”
Göçün (zihin ve emek) kurucu etkisinin tarihte iki büyük örneği vardır: Birincisi Hazreti Âdem Peygamber’in Cennet’ten dünyaya gönderilmesi… İkincisi, Peygamber Efendimiz’in (asm) Mekke’den Medine’ye göçü…
Hirevî’nin “Mearicu’n Nübüvve” adlı kitabında şöyle anlatılıyor: “İbni Abbas (ra) buyurdu ki, Âdem ile Havvâ (as) Cennet’ten çıktıktan sonra iki yüz yıl ağlaştılar. Hiç kavuşmadılar. Kırk sene yemediler, içmediler. Üç yüz yıl gökyüzüne bakmadılar. Cennet’te iken oranın lâtif havasına alıştıkları için dünyanın havasından şekilleri değişti. Sebebini bilemediler. Cebrail Aleyhisselâm Hâk Teâlâ’nın emriyle gelip hâlini sordu. Perişan olduğunu öğrenip arz etti. Hak Teâlâ Cennet’ten birer çift koyun, keçi, öküz ve deve gönderdi. Bunlardan birini boğazlamalarını emr eyledi. Yününden Havvâ’nın (ra) eğirmesini, Âdem Aleyhisselam’ın dokumasını, kendisine hırka, hazreti Havvâ’ya gömlek yapmasını emretti. Rivayet edilir ki, Cebrail sonra ekin ekmek için gerekli aletleri hazırladı. Bir de kab getirdi. İçinde üç tane buğday vardı. Yâ Âdem ikisini sen al. Birisini Havvâ’ya ver dedi. Âdem ile Havvâ (as) buğday danelerini ektiler. Cebrail Aleyhisselâmdan öğrendiği gibi başakları döğdü ve savurdu. Sonra un yaptı. Unu hamur edip tandırda pişirdiler. Âdem Aleyhisselâm: Subhânallah. Bir lokma yemek için ne kadar zorluk varmış, dedi. Nihayet yemek zamanı geldi. Cebrâil Aleyhisselâm, Havvâ’nın hissesini ayır, dedi. Âdem Aleyhisselâm ekmeği yiyip doyduktan sonra karnında rahatsızlık duydu. Cebrâil Aleyhisselâm bu rahatsızlık susuzluktandır dedi. Yeri kaz kendi elinle suyu çıkar dedi. Su içti. Karnında bir rahatsızlık daha duydu. AllahuTeâlâ bir melek gönderdi. Melek elini Âdem Aleyhisselâm’ın karnı üzerine koydu. Rahatsızlık geçti. O an kötü bir koku hâsıl oldu. Âdem Aleyhisselâm çok üzüldü.” Nihayet, Âdem Aleyhisselâm vefatı anında şöyle seslenecekti: “Ey Azrâil çabuk gel. Acele canımı al. Zira canım cânânı çok istiyor ve ruh kuşum ten kafesinden vatanına uçmak istiyor.”
“Düşmanlık ve kötülükle yoğrulmuş.” Halklarını böyle tanımlıyorlardı yeni Müslümanlar. Peygamber (asm) şu haberi verdi: “Sizin hicret edeceğiniz yer bana gösterildi. İki kaya yığını arasında suyu bol ve hurma ağaçlarıyla dolu bir yer gördüm.” Mekke’deki Müslümanları Yesrib’e hicret etmeye teşvik ediyordu. İkinci Akabe Biatı’ndan sonra Kureyşli Müslümanlar yavaş yavaş hicret etmeye başladılar. Ebû Bekir ve Ali dışında tüm Müslümanlar hicret edince, Ebû Bekir (ra) Peygamber’den (asm) hicret için izin istedi. Peygamber (asm) ona: “Acele etme, belki Allah sana bir arkadaş verir” dedi. Öyle de oldu. Mekke’nin biraz dışına çıkınca Peygamber (asm) devesini durdurdu ve arkasına bakarak: “Allah’ın arzında, sen, bana ve Allah’a en sevgili yersin ve halkım beni senden çıkarmasaydı senden ayrılmazdım” dedi. Tehlike anında Ebû Bekir’e baktı ve “Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir” dedi. Yolculuğun belli bir zamanında Peygamber’e (asm) vahiy geldi: “Hiç şüphesiz, sana Kur’ân’ı farz kılan, seni dönülecek yere elbette döndürecektir.”
(Kasas Suresi: 85) Ulaştığında ise şöyle seslenecekti: “Ey insanlar, birbirinizi barışla selamlayın, açları doyurun; akrabalık bağlarına saygı gösterin, herkes uyurken namaz kılın. Böylece selâm içinde Cennet’e gireceksiniz.” Peygamber (asm) Medîneli Müslümanlara yardımcılar anlamına gelen “Ensâr”, kendi yurdunu bırakıp vadiye göç eden Kureyşlilere ve diğer kabilelerden Müslümanlara da, göç edenler anlamına gelen “Muhâcir” adını verdi. Ve şöyle dua etti: “Allahım! Mekke’yi bize sevgili kıldığın gibi, Medîneyi de bize sevgili kıl, hatta daha da sevgili. Bize suyunu ve ekinlerini ver ve hummayı buradan uzaklaştır.” (Martin Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı)
Paul Lubeck, “İslamî Ağların Meydan Okuması ve Vatandaşlık Talepleri: Avrupa’nın Küreselleşmeye Sancılı Uyumu” başlıklı makalesinde, “Müslüman; kozmopolitliği, ticareti, haccı, irşad faaliyetlerini ve coğrafî hareketliliği, eril hayatın seyrinin normal evreleri olarak varsaymıştır” der. Kültür kuramcısı Bryan Turner, şu hususu önemle vurgulamaktadır: “Çağımızda hayat bulmuş olan etkin küresel iletişim sistemleri, İslâm’ın küreselleşmesi ufkunu tarihte ilk kez olanaklı hâle getirmiştir. Modern iletişim sistemlerinin paradoksal yanı, İslâm’ı aynı anda hem Batılı hem de küresel bir İslamî mesajın iletilmesi için gereken mekanizmayı sağlamasıdır.” Sonuçta Lubeck, “Gelecekte hiçbir şey AB kurumlarının, üye devletlerin daha geniş olan Akdeniz bölgesindeki Müslümanlara yönelik göç politikalarından üstün yasalar teklif etmesine ve kurumlar oluşturmasına engel olmayacaktır” demektedir.
“Marjinal insan kavramını ilk kez ortaya atan düşünür Robert E. Park olmuştur. Park, bu kavramı Simmel’in “Yabancı”sından hareketle kullanmış, fakat ona farklı bir anlam yüklemiştir. Park, marjinal insan tipini en iyi yansıtan örneğin göçmen olduğunu vurgulamaktadır. Sonuç olarak sorgulanmamış hazır reçeteleri kullanan yerliye karşın, yabancı, belirsizlik, tereddüt ve güvensizlik krizleri yaşar ve nihayetinde bunu fırsata çevirmek için sürekli bir “uyum” ve “denge” arayışı içerisinde olur. Nedenlerine bakılmaksızın göçün olduğu yerde marjinal kişi ve kültürün varlığı tartışmasızdır. Göç, farklı insanların ve kültürlerin etkileşimine ve çatışmalara neden olur. Bu kültürel çatışmalar alışılmış rutinleri kesintiye uğratır ve Park’ın ifadesiyle “gelenek kalıpları”nı parçalar. (Goldberg) Marjinal insanı, bir kader mahkûmu olarak tanımlayan Park’a göre o, kaderin iki toplumda, iki kültürde hem de sadece farklı değil, karşıt kültürlerde yaşamaya mahkûm ettiği kişidir. (Golovensky)” (Yabancı Ve Marjinal Olarak Öteki: Yerleşik Ve Yabancı İlişkisi Bağlamında Suriyeli Sığınmacıla., Yusuf Ekinci, A. Banu Hülür, A. Çağlar Deniz)
Bediüzzaman; “Ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim. Kadere müracaat ediyorum. Ne vakit izin verirse, rızkımı buradan ne vakit keserse, o vakit giderim” (Mektubat), diyerek bir göçmen tavrı ortaya koyuyordu. Anadolu-Suriye-Mısır Seyahatnamesi yazan Şiblî Numânî yola çıkarken şöyle diyecekti: “Her ne olursa olsun ben kayığımı denize saldım.”
Bu kadar göçler sonucunda en büyük bir ümit büyüyecek:
“Elbette ve elbette o Kadîr-i Zülcelâl, o Hakîm-i Zülkemal, o Rahîm-i Zülcemal va’dini yerine getirecek; saadet-i ebediye kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslîsi olan Cennet’e sizleri ey ehl-i iman idhal edecektir.” (Asa-yı Musa)
İlk yorumu siz yazın