Ben, sen ve tılsımlı tanıma cihazı

“Kendini tanı. Bu söz tüm ruh bilimin kaynağıdır.” demiş Fromm. İnsanız ve insan olmanın getirdiği kuvvetli bir duygu, kendini tanıma isteği. Oysa bu iki kelimeyi duyar duymaz kalbimde bir çarpıntı hissediyorum, zihin odam darmadağın oluyor. İşin esası kalbim ve zihnim dediğim şeylere bile bir anda yabancılaşıyorum. Kendim dediğim ne? Kendimin sınırları nerede? Kendim parçalı bir şey mi, yoksa bir bütün mü? Kendimi neyle tanıyacağım ve bu tanıma işlemi bana nasıl hissettirecek? İçeriden mi bakmam gerek, yoksa dışarıdan mı? Bakmak demişken, gözümle mi bakacağım, kalbimle mi? Peki, ya kendimi tanıyınca ne olacak?

Açıkçası “Kendini tanı” sözünün ruh bilimin kaynağı olup olmadığı bir yana, içsel deneyimimle öğrendiğim bir şey var ki, bu sözü yabana atmam mümkün değil. Mümkün değil, çünkü zaten bu sözü duymazdan çok evvel bu gizin peşine ister istemez düşmüşüm. Neyse ki “ene” kavramı çıkıyor karşıma da bu iki kelimede neden takılı kaldığımı biraz biraz anlıyorum.

Eneyi tanımlamam gerekiyor öncelikle. 30. Söz’e başvurduğumda şöyle bir cümleyle karşılaşıyorum “…ene, kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.” Anlıyorum ki, ene hem kendisi tılsım, hem de kâinatın tılsımını açıyor. Yani Cenab-ı Hakk’ın sıfat ve esmasının bilinmesi ve dahi kâinatın tılsımının açılması ene tılsımının mahiyetinin bilinmesiyle oluyor. Fark ediyorum ki, ene tanımak için verilmiş bir araç, hatta belki bir mekanizma. İnsan, Yaratıcının kastını anlayabilmesi cihetiyle eşyadan ayrılıyor. İşte ene ise, aslında maksadı anlamada, bilinmek isteyeni tanımada işe yarayan bir cihaz. Ancak bu cihazın gösterilebilen, ölçülebilen bir varlığı yok; yalnızca sınır çizmeye yarıyor. Hiçliğiyle varlığa işaret ediyor. Cenab-ı Hakk’ın mutlak ve muhit olan sıfat ve esmasını bilmemiz ve hissetmemiz “ene” vasıtasıyla oluyor.

Enenin ne demek olduğuyla ilgili şöyle böyle bir imgeye sahip olunca, bu sefer bu cihazın, mekanizmanın nasıl çalıştığını merak ediyorum ve 30. Söz’ü okumaya devam ediyorum.

“Meselâ, ‘Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş’ der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir.” Bu birkaç cümle, pek çok mânânın sızmasına neden oluyor dağınık zihin odama. İnsanın kendini tanımasının aslında basit bir tanıma olmadığını öğreniyorum böylelikle. Kendimi tanımanın; zevklerim, seçimlerim, yaşayışım noktasında derinlemesine bilgi sahibi olmak olmadığını görüyorum ilk önce. Kendimi tanımanın, kendi insaniyetinin farkına varmak, kendi insaniyetini keşfetmek olduğunu anlıyorum.

Öte yandan hayat yolculuğunda insana yüklenen tanıma ve öğrenme vazifesi yalnızca “düşünsel ve zihne ait” bir tanıma değil. Aslında öznel deneyimlerim üzerinden kıyas yapıyorum, Yaratıcıyı kendi yapma-olma hissim üzerinden tanımaya çabalıyorum. Oluş ve akış her an devam ettiği için tanıma yolculuğum da her anımı kapsıyor. Yani birbirleriyle mahiyet açısından ayrı gibi görünen maddî ve manevî vücudumun aslında pek özel bir bağı olduğunu görüyorum. Anlama, derk etme, fehmetmenin farklı dereceleri var ve bizzat kendi fiillerim-sıfatlarım üzerinden tanımam insaniyetimin önemli bir parçası. Dışında olarak, dışarıdan bakarak değil, içinden geçerek kıyas ediyorum. İnsan “farz edebilecek kabiliyette” yaratılmış. Farz edebildiği için “Ben şunu şöyle yaptım, demek Cenab-ı Hak da bunun gibi şunu yapıyor” diyebiliyor. Bu şekilde, insanın O’nu tanıması yalnızca zihinle sınırlı bir tanıyış olmuyor.

Enenin mahiyetini bir parça fehmetmek, başka bir insanı tanımanın nasıl olacağıyla ilgili de bir yol gösteriyor bana. Tanımanın bir anda oluşan değil, sürece yayılan bir nevi eylemler ve kıyaslar yolcuğu olduğunu keşfediyorum mesela. Bir “şey”i tanırken, ona zahirî bilgilerinin toplamı olarak bakmak son derece kısır ve yapay geliyor. Özellikle sürekli bir değişme ve farklılaşma hâli içerisinde olan “insan” gibi bir aynayı tanımanın da donuk bir eylem olmayacağını kavrıyorum. Yalnızca etiketlere ve surete bakmak, akış içerisinde olan insanı ciddi bir şekilde tanımamın önüne geçiyor, bu şekilde o aynada her an Bâkî’nin farklı bir tecellisi görünse de ben hep aynı resmi, hep aynı sureti görüyorum.

Şimdiye kadar “tanıma”yı keşfederken aslında “empati” kelimesinin de etkin anlamına ulaştık. Goleman’ın Duygusal Zekâ kitabında bahsi geçtiği üzere Yunanca’da “içini hissetme” demek olan empatheia teriminin aslında İngilizce’ye geçişindeki anlamı bir miktar farklı. İlk kez estetik kuramcıları bu terimi “diğerinin öznel deneyimini algılayabilme yeteneği” olarak kullanmış. Bu iki tanım arasında ilk bakışta çok net bir farklılık görünmese de birbirlerinden “deneyim” yönüyle ayrışıyorlar. Demek ki gerçek tanıma, öznenin nesneye bakması ve nesnenin öznenin üzerinde uyandırdığı etkiden ibaret değil. İnsanın insanı tanıyışında kendi dışında her şeyi sürekli kendisine nesne yapmasını değil, hem özne, hem nesne olabilmeyi gerektiriyor.

Güzel bir manzara ve elde tutulan bir kalem düşünelim. Kameranızı kaleme odaklayarak fotoğraf çektiğinizde manzara ne kadar güzel olsa da fludur. Manzaranın detaylarını görebilmeniz için kaleme odaklamaktan vazgeçmeniz gerekir. Sürekli kaleme odaklayarak farklı farklı pozlar çekmeniz hâlinde, elinizde farklı bulanık arka planlarda “caaanım” kaleminizin başka başka görünüşleri olur. İnsan başka bir insanın âlemine bakarken de kendisine odaklamaktan vazgeçmediği takdirde aynı sonuca ulaşacaktır. Farklı farklı insanlar, farklı farklı olaylar ancak karşısında “caaanım” kendi… Gerçekten bir başkasını tanımak gibi bir derdi varsa insanın, aradaki kalemi kameranın görüş alanından çıkarması yararlı olacaktır.

Peki, neden zahmet etsin de insan-insanı ve insan-kendini tanısın, hem de doğru bir şekilde? Tekrar başa dönüyoruz ve elimize eneyi alıyoruz. Aslında asıl amaç: O’nu tanımak, O’nun sıfat ve esmasını keşfetmek, farklı bir biçimde bilmek, maksadını anlamak. Sözünü ettiğimiz gibi biz O’nu kendi deneyimlerimiz aracılığıyla, “farz etme” yoluyla tanımaya çabalıyoruz. Öyleyse aslında yaşayışımızın içerdiği her şey, ama her şey bu çabanın bir parçası; sahip olmamız, konuşmamız, işitmemiz, öğrenmemiz, bilmemiz, yapmamız, tanzim etmemiz ve dahi tanımamız… Nihayetinde ne kadar uğraşırsak uğraşalım yalnızca O’nun şuurlu bir aynası olan insanı bile tam mânâsıyla tanıyamıyoruz. O’nu hakikaten tanımak ne mümkün…

Kaynakça:
Fromm, E., Sevme Sanatı, İstanbul, 1995, Payel Yayınları.
Goleman, D., Duygusal Zeka, İstanbul, 2007, Varlık Yayınları.
Nursi, B. S., Sözler, İstanbul, 2006, Yeni Asya Neşriyat.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*