“Hayat, mayat diyorlar. Benim gözüm mayat’ta. Hayatın eksiği var: Hayat eksik hayatta” diye başlıyordu Necip Fazıl hayatı anlatmaya.
Hayat harekettir. İstikrar ve değişimi birlikte götürebilmektir. Hareket olmayan yerde ya hayat yoktur ya da hayat bitmek üzeredir. Orhan Kemal, “Hayat, herkesin katıldığı başsız sonsuz bir koşudur” diyordu, Yüz Karası’nda. Hayat kalktığında her canlı içi boş bir kuklaya dönüşecektir. Kukla oynatıcıları için bu bulunmaz bir nimettir. Bediüzzaman’a göre de: “Ziya ile mevcudat görünür, hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Her birisi birer keşşaftır.” (Hutbe-i Şamiye)
Maud Lewis için: “Bütün hayat zaten çerçevelenmiş. İşte tam burada!” Bir gölge oyunu gibi mi?
José Ortega y Gasset ise şöyle yazmıştı: “Yaşamımız bizim olan tek şeydir ve ancak kendisi üstüne açık seçik düşünceler geliştirdiğimiz oranda yaşam olarak ayakta kalabilir.” Bediüzzaman için de: “Kezalik kâinattaki masnuat, tohum gibidir. Âlem ve anasır da tarla gibidir.” (Mesnevî-i Nuriye)
O hâlde hayat ne gibidir?
Bediüzzaman’ın dediği: “Şeriatın şerhettiği gibidir, Kur’ân’ın gösterdiği gibidir, Sahib-i Mi’rac’ın gördüğü gibidir.” (Sözler) Şöyle ki: “Çünki hilkat-i âlemde görüyoruz ki; mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halkedilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek kâinatı halkeden zât, ondan o hayatı intihab ediyor. Sonra görüyoruz ki; zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Âdeta zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp, ona hizmetkâr ve müsahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek Hâlık-ı Zülcelal, zîhayatlar içinde insanı intihab ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.” (Mektubat)
Hayatın kaynağı tecellidir, her hâlde. Zatın, şuunatın, sıfatın ve en yakını olan esmanın dokunuşu ile hayat olur. Hayatın sürekliliği, tecellinin devamlılığı demektir. Bediüzzaman bunu akan bir nehir üzerindeki su damlalarındaki yansıma üzerinden değerlendiriyor. “Akis”in sürekliliği hayatı, tecellinin devamlılığı kaynağın hayat vermesinin devamlılığını, damlaların gelişi ile hayatı ve gidişi ile ölümü yansıtmasıyla birlikte kaynağın ve üzerindeki Varlığın mutlak hayat sahibi oluşunu anlayabiliyoruz. Buradan oluşan bütün ise, her tecelliyi yansıtan varlığın bu durumu ile geçmiş ve geleceğinin kaynakla olan irtibatı ve Zat’ın Hayy olmasını görmesi, bilmesi ve O’na uygun hareket etmesi (hayat yaşaması) iman denilen hakikati ortaya çıkarıyor. Demek ki, iman hem münezzeh ve mücerred iken, tecelliye mazhar olan için bir de süreklilik ifade eder. Bu yüzden nehir boyunca temizlenmeye ve soyutlanmaya muhtaç her biri için iman bir tecellidir. Çünkü kendisine iman edilenden gelen bir nurdur iman…
Catherine Brahic makalesinde, genel kanaat olarak hayat sahibi olmanın kendini kopyalayabilme yeteneğine sahip olmakla mümkün olduğunu söylüyor. Çok kişi, hayatta kalmak için bir şeyin kendi kopyalarını yapabilmesi gerektiği konusunda hemfikirdir. “Bu yaklaşım üç farklı özellik sunuyor: Dünyadaki tüm organizmalar, bir kurucunun planı gibi, kopyaların yapılmasına izin veren bir koda sahiptir; kopyalama işlemine güç sağlamak için enerji üretebilirler ve kopyaları inşa edecek makinelere sahipler.”
Bundan hareketle biyologlara göre canlılığın kaynağı olarak çözeltide büyüyen bir kristal yaşıyor, hayatın 4 milyar yıl önce nasıl başladığını buradan inceleyerek, tüm canlılar tarafından paylaşılan ve minerallerde bulunmayan özellikleri araştırıyorlar. Ancak örneğin virüsler, DNA veya RNA şeklinde bir koda sahipken, enerji ve kopyalama makineleri yok. Buna rağmen onlarca yıl yaşayabiliyorlar.
Sentetik biyoloji daha da temel soruları gündeme getiriyor. San Diego’daki Scripps Araştırma Enstitüsü’ndeki Floyd Romesberg, hayat kodunu kodlamaya çalışıyor. Ekibi, dünyadaki tüm canlı organizmalarda kullanılan moleküler yapıya benzer iki “doğal olmayan” genetik harf üretmeyi başardı: DNA’da dört ve RNA’da bir tane. Geçtiğimiz yıl, bu doğal olmayan kodu, doğada bulunmayan proteinleri üretmek için bir hücreyi şifrelemede kullandılar. Bu durumda hayat çeşitlendiği gibi birleşiyor da demektir. Kesret vahdetten haber verir. Hayat bütün bu mekanizmanın taşıyıcısı olmalı. Osman Müftüoğlu’nun yazdığına göre; bağırsaklarımızda bizimle ortak biyolojik yaşam süren, sayıları yüz trilyonu, ağırlıkları ise iki kiloyu geçen müthiş bir bakteri gücü var. O gücün gen çeşitliliği de muazzam. Bizden en az 150 kat fazla, yaklaşık 3,5 milyon civarında. Anlaşılan o ki bu müthiş gen havuzu sadece biyolojimize iyi gelmiyor. Bize akıl da veriyor. Sadece yeme-içme davranışlarımızı değil duygularımızı bile etkiliyor. Üstelik bu sohbetlerin konusu yalnızca yeme-içme ile de sınırlı kalmıyor. Onlar gönderdikleri kimyasal sinyallerle düşüncelerimize, enerjimize, davranış biçimlerimize bile müdahale edebiliyor. Bağırsağımızdaki o muazzam “ekolojik denge”nin gücünü oluşturan “faydalı bakteriler” yani probiyotiklerin her biri bizi farklı sağlık probleminden koruyan birer “koruyucu melek” görevi üstlenmiş. Bediüzzaman şöylece özetliyor: “Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat; bir şeyi herşeye mâlik eder.” (Hutbe-i Şamiye)
Mars’ta hayat için uygun ortam yok, ancak bu hayat olmadığı ya da olmayacağı anlamına gelmez…
Modern bilime göre; ancak bir gezegende hayat olması için 3 milyar yıl kozmik saldırılardan uzak olması gerekiyor. Böyle galaktik bölgeler beklentisi başka yerlerde hayatlar olabileceğini düşündürüyor. İmanın hayatın içine atılması ile motoru çalışan insan ve algıları harekete geçmiştir. Her iş ve makine kir ve sıkıntı üreteceğinden ve hayatı soyut ve bizzat olan nitelikleri, güzellikleri, temizlenmeyi ve yenilenmeyi zorunlu olarak imanın ve hayatın içine yerleştirmiştir. Nerede olursa olsun! İnsanın ve kâinatın hayat serüvenini açıklayan şu bölüm dikkatle düşünülmelidir:
“Meselâ: Nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef’alinin mükemmeliyetini gösterir. O ef’alin mükemmeliyeti, o fâil ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esma ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın san’atına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir. Ve o san’at ve sıfatlarının mükemmeliyeti, o san’at sahibinin şuun-u zâtiye denilen kabiliyet ve istidad-ı zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o şuun ve kabiliyet-i zâtiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyet-i zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü… Aynen öyle de: Şu kusursuz, futursuz هَلْ تَرَى مِن فُطُورٍ sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan san’at ise; bilmüşahede bir müessir-i zil-iktidarın kemal-i ef’aline delalet eder. O kemal-i ef’al ise, bilbedahe o Fâil-i Zülcelal’in kemal-i esmasına delalet eder. O kemal-i esma ise, bizzarure o esmanın müsemma-i zülcemalinin kemal-i sıfâtına delalet ve şehadet eder. O kemal-i sıfât ise, bilyakîn o mevsuf-u zülkemalin kemal-i şuununa delalet ve şehadet eder. O kemal-i şuun ise, bihakkalyakîn o zîşuunun kemal-i zâtına öyle delalet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün enva’-ı kemalât, onun kemaline nisbeten sönük bir zıll-ı zaîf suretinde bir Zât-ı Zülkemal’in âyât-ı kemali ve rumuz-u celali ve işarat-ı cemali olduğunu gösterir. (Sözler)
Hayat nedir? Daha uzun yaşamak nedir? Psikoloji, komünizm, sosyalizm, kapitalizm, teknoloji “hayat nedir”in yerine sistemler olarak konuldu. Sanayileşme ile ötekileşmeyle Yaratıcının anlamı yok edilmek istense de onun yerine insanı “ilah” yerine koyacak teknolojik gelişmeler, devasa nüfus, sanayileşme… Metafor ya da paradigma olsun; yok olan Yaratıcı yerine konulan sistemler… Nietzsche: “Hepimiz güzel bir şekilde sonunda acı verecek şekilde yalnızız” diyecekti. Görecelik kavramı… Anlam sonsuza dek yok olmuş göründüğünde çaresiz benliklerimizle ne yapacağız? Neden yaşıyoruz? Bizi biz yapan ne? Bizi yeniden canlandıracak ne? Şehirler yok edip yeniden dünyayı kurabiliriz. Biz amaçsızca dolaşıyoruz.
Allah’a inançsızlık aramızda illüzyonlar üretiyor. “En muhteşem yıllar henüz yaşamadıklarınız!” Hayat nedir? Mabuse’ün Âdem tablosunda mesela “hayat var”dı da eksik olan neydi?” “Ama buradaki sadece bir insan!” Oysa doğrudan “Yaratıcı”nın elinden çıkmış biricik insanda, burada olmayan İlahî bir şey olmalıydı. Balzac’ın meşhur Bilinmeyen Şaheser’indeki gizemli ihtiyarın (Frenhofer) yaptığı gibi hayat vermenin sırrı, sonunda üç dört fırça dokunuşu ve maviye çalan ufak bir saydamla, havanın dolaşmasını sağlamak mıdır? Her figür bir dünyadır. Sanatın üç temel öğesi renk, duygu ve çizgi var ise figürlere hayat vermenin sırrı bir esinti verebilmek midir? Bediüzzaman’ın bir “hüsna heykeli”nden “hayat gülüşü”ne getirdiği kısım şöyle başlıyordu:
“Nasıl ki gayet mahir bir tasvirci ve heykeltraş bir zât, gayet güzel bir çiçekle ve insan cins-i latifinden gayet güzel bir hasnânın suret ve heykelini yapmak istese; evvelâ, o iki şeyin umumî şekillerini bazı hatlarla tayin eder. Şu tayini, bir tanzim iledir, bir takdir ile yapıyor. Hendeseye istinaden hudud tayin ediyor. Şu tanzim ve takdir, bir hikmet ve ilim ile yapıldığını gösteriyor ki, tanzim ve tahdid fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdid arkasında, ilim ve hikmet manaları hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek. İşte kendini gösterdi ki, o hududlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi şeylerin tasvirine başladı. Şimdi görüyoruz ki: İçindeki pergelin harekâtıyla tayin edilen a’zâlar, san’atkârane ve inayetkârane düşüyor. Öyle ise o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun’ ve inayet manaları var, hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler. İşte ondandır ki; bir hüsün ve zînete kabiliyet gösteriyor. Öyle ise; sun’ ve inayeti çalıştıran, irade-i tahsin ve kasd-ı tezyindir. Öyle ise onlar hükmediyorlar ki; tezyine, tenvire başladı…” (Sözler)
Bediüzzaman sonra bir Mona Lisa tasviri yapıyor ve hayat başlıyor:
“Bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayatdarlık heyetini verdi. Elbette şu tahsin ve tenvir manasını çalıştıran, lütuf ve kerem manasıdır. Evet, o iki mana, onda o derece hükmeder ki; âdeta o çiçek bir lütf-u mücessem, o heykel bir kerem-i mütecessiddir. Şimdi bu mana-yı kerem ve lütfu çalıştıran ve tahrik eden, “teveddüd ve taarrüf” manalarıdır. Yani: Kendini, hüneri ile tanıttırmak ve halka kendini sevdirmek manaları arkada hükmediyor. Bu tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irade-i nimetten geliyor. Madem rahmet ve irade-i nimet, arkada hükmediyor. Öyle ise o heykeli, nimetin enva’ıyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçeğin suretini de bir hediyeye takacak. İşte o heykelin ellerini, kucağını ve ceplerini kıymetdar nimetler ile doldurdu ve o çiçek suretini de bir mücevherata taktı. Demek bu rahmet ve irade-i nimeti çalıştıran, terahhum ve tahannündür. Yani “acımak ve şefkat etmek” manası, rahmet ve nimeti tahrik ediyor. Ve o müstağni ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan Zâtta olan terahhum ve tahannün manasını tahrik eden ve izhara sevkeden, elbette o Zâttaki manevî cemal ve kemaldir ki, tezahür etmek isterler. Ve o cemalin en şirin cüz’ü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, san’at âyinesiyle görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yani cemal ve kemal, (çünki bizzât sevilirler) her şeyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemal madem kendini sever, kendini âyinelerde görmek ister. İşte heykele konulan ve surete takılan sevimli nimetler, güzel meyveler, o cemal-i manevînin -kendi kabiliyetlerine göre- birer lem’asını taşıyorlar. O lem’aları hem cemal sahibine, hem başkasına gösteriyorlar.” (Sözler)
Balzac’ın ihtiyarının dediği: “Bize düşen canlı cansız varlıkların özünü, ruhunu, çehresini kavramaktır. Görsel etkiler! Görsel etkiler! Onlar hayatın kendisi değil arızalarıdır.”
Bedüzzaman aynı düşüncede değil; sadece görselde bile pek çok esma tecelli edebilir. İmam Gazali için okumak gereklidir: “Dilin okuması kıraat, aklın okuması tefekkür, kalbin okuması hayattır.” Bir de enerji lüzumu var ki: “Hürriyet hayat makinesinin buharıdır.” (Divan-ı Harb-i Örfi)
Başlangıçta ve sonuçta: “Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizackârane ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider.” (Barla Lahikası) İbn-i Sina için de: “İlim ve sanat, ittifak görmediği ülkeyi terk eder.” İnsan, şehir ve medeniyet ittifak ve ittihadın neticesidir, hayat da öyledir…
O hâlde: “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (Hicr Suresi: 99)
İlk yorumu siz yazın