Ölüm

“Sevilen hiç ölümlü olmamalı/ Kader ona zulümlü olmamalı/ Zaman, O’na dokunmadan geçiver/ Kimse ondan alımlı olmamalı” (Hüsrev Hatemi-Ağustos Melâli)

“Ölümün ötesinde ne görüyorsunuz?” sorusunu Andrei Tarkovski şöyle cevaplıyor: “İnsan ruhunun ölümsüz olduğuna inanıyorum. Ölüm, ölüm değil. O yeniden bir doğuş. Bir tırtıl nasıl bir kozaya dönüşüyorsa, ölümden sonra da bir hayat var ve bu, insanda korku verici şekilde kendini gösteriyor. Telefonun fişini prizden çekmek kadar basit aslında. İstediğimiz gibi yaşayabiliriz. Tanrı’nın bizim yaptıklarımıza hiç, ama hiç ihtiyacı yok.” Camus, Başkaldıran İnsan kitabında, “Bu dünyada her şeyden ölüm akıyor”, diyordu; duvarlardan, gazetelerden, insanların yüzlerinden… Ziya Paşa’ya göre ise bir bilmece: “Halledemediler bu lügazın sırrını kimse/ Bin kafile geçti alemâdan, fulyadan.” Ölüm düşüncesi, Hayyam’ın rubailerindeki destici gibi bizi zihnin usta ellerinde yoğurur, şekillendirir. Aşk, zafer, san’at, felsefe, her türlü icat hep bu siyah abanozdan kapının eşiğinde öten altın borulardır. Adam Mann’in makalesine göre, Higgs bozonu evreni aynı zamanda tüketiyor. Evrenin bir yerinde bu parçacık çökebilir ve bu hepimizi içine alacak bir enerjiyi yayacak bir balonu üretebilir. Zamanın ve evrenin sonunda bu parçacık fizikteki standart modelin içerdiği bütün partikül ve kuvvetler için öngörülüyor. Bu evrenin ömrünü içeren bütün düşüncelerin mantıksal sonucudur. Âlemin ölümü kaçınılmazdır. Çığ gibi büyüyen bir ölüm hepimizi yutacak, rahmetin kucağına bırakacaktır.

“İnsan gençliğinde, ateşin ve ölümün her zaman başkaları için  olduğunu düşünür” der Stefan Zweig. Bilişim o kadar gelişti ki, artık masalların gerçek olabileceği insanlara öğretiliyor. Ayna-sihirli aynaya; halı-uçan halıya dönüşebilir. Artırılmış gerçeklik sonu almaz hedefler çizebiliyor. Ölüme bakış açısı da değişebilmektedir buna göre: Ölü kişinin sesi ve görüntüsü taklit edilerek yeni bir hayata başlatılabileceği, diğer anlamıyla ölüme hayat süsü vererek devam edebileceği dijital yolla mümkün görülebiliyor. Aziz Mahmut Hüdayi’nin dörtlüğünü ne kadar çok yazar kullanmıştır:

“Günler gelip geçmekteler/ Kuşlar gibi uçmaktalar/ Ehl-i fesâdın yeri nâr/ Ehl-i salâh uçmaktadır.”

N.E.R.D son albümünde, “No one ever reallydies…” diyor.

Aztekler insan kurban ederlerdi… İnsan kanı olmadan güneşin gücü tükenecek, ekin bitmeyecekti. Dünyadaki hayatın devamı için kurban gerekliydi… İbrahim Peygamber’in (as) yaşadığı yerde de putlara çocuklar kurban ediliyordu. Heelstone gibi… Hatta Mısır ve Anadolu’da; mesela Mardin’de. İbrahim Aleyhisselam’ın (as) “Batıp gidenleri sevmem” isyanı “lâ ilahe” demekti ki “illallah” ölümü de hayatı da yaratan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan her şeyin kendisine muhtaç olduğu, ezelî ve ebedî mutlak bir varlığa teslim olmakla gösteriyordu. Diğer taraftan, “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yani ağır bastığından” diyen Nazım Hikmet’in neyi nerde ispat edeceği belirsiz kalıyor bu durumda. Kelâmullah ise üç yerde, (Âl-i İmran: 185, Enbiyâ: 35, Ankebut: 57) Her nefis ölümü tadacaktır, diyor. Evet tadacaktır, ancak orada da ebedî durmayacaktır. Bir berzah sonunda ebedî bir ölümsüzlüğe açılacaktır. Yani gerçekten yaşamak için gerçekten ölmek gerekiyor. Sonuna kadar yazılmış her öykü ölümle biter ve bunu saklayan kişi iyi bir öykü yazarı değildir, Ernest Hemingway’e göre. “İhtiyar Adam ve Deniz”deki gibi…

Katherine C. Palozola, bölünme sırasında düşük düzeyde de olsa gen ifadesinin sürmekte olduğunu anladıklarında çok şaşırdıklarını söylüyor. Palozola, hücre bölünmesi sırasında kromozomlar aşırı derecede sıkışmış (kompakt) olmalarına ve düzenleyici moleküllerin dizilimleri gömülü hâlde olmalarından ötürü yazımlarının yapılamayacağı varsayılmış olmasına rağmen, genlerin çoğunun etkinliklerinin sürdüğünü ortaya koydu. Palozola, böylece hücre bölünmesinin ardından hücrelerin nasıl uyandığını ve “kim olduklarını” nasıl anımsadıklarını keşfetti. Hücre farklılaşmasını yöneten nihaî olgu, üzerlerine etkidikleri genden uzakta konumlanmış olan artırıcı molekül dizilimleri oluyor. Gerd Blobel Laboratuvarı’nda, uzaktaki bu modifiye edicilerin bölünme sırasında “uyukladıkları” gösterilmişti; Çünkü sadece 30 dakika civarında sürüyor (biyolojik açıdan nispeten hızlı) ve bir hücre bölünme çevrimi tamamlandıktan sonra uyanıyorlardı. Elde edilen bulgulara göre, hücre bölünmesi sırasında artırıcıların değil, başlatıcıların nasıl düzenlendiğinin düşünülmesi gerek. Böylece, bir hücrenin kimliğinin, ifade ettiği genler tarafından tanımlandığı şekliyle, hücre bölünmesi sırasında korunmaya devam ettiği anlaşılıyor. (Sevkan Uzel- bilimfili.com) Ölüp ölüp diriliyorlar.

Ömer Bin Abdülaziz bir hutbesinde şöyle anlatıyordu: “Her şeyin bir aslı vardır. Asıllar bizden önce gelip geçmiştir. Onların biz dallarıyız. Kök gittikten sonra hiç dal kalır mı? İnsanlar dünyada ölümün deneme tahtasıdır. Orada çeşitli musibetlere maruzdurlar. İçilen bir yudum su, yenilen bir lokma ekmek boğaza durur. Onlar bir nimeti kaybettikçe bir başkasına nail olamazlar. Bir gün bile yaşayamazlar. Siz nefislerinize gelen ölümün yardımcılarısınız. Olacak şeyden nereye kaçılabilir? Hepimiz Allah’ın (cc) kudreti içerisinde dönüp duruyoruz. Yarının faidesi büyük olmakla beraber, bugünün musibeti gayet küçüktür.” (Ömer bin Abdülaziz, H. Burkay)

Uluslararası bir araştırma ekibi ölü bir organizmada gen transkripsiyonunun birkaç gün daha devam ettiğini keşfetmiş durumdadır. Transkripsiyonun farklı hücrelerde, farklı oranlarda arttığını belirtmişlerdir, ancak hayvanlar arasında rastgele olmadığını düşündüren ortak bir nokta bulduklarını bildirmişlerdir. Araştırmacılar, ölüm sonrası gen transkripsiyonunun neden devam ettiğini bulamadıklarını kabul etmektedir. Ancak büyük ihtimalle, ölüm sürecini deneyimledikleri için organizmada ani stresin oluşmasından kaynaklandığını ileri sürmektedir. Embriyonik gelişme, inflamasyon, bağışıklık ve kanserle ilgili olan hücrelerde, ölüm sonrası gen transkripsiyonundaki artışın fazla olduğu belirtilmektedir. (phys.org)

Kendi ölümünü seyretmek ne demektir o hâlde? Rilke bir küçük çocuk bakışıyla bunu yakalamak istiyordu:

“Ve melek sürdürür oyununu artık başlarımızın üzerinde.
Anlayacaklardır şimdi ölmekte olanlar, nasıl bahanelerden ibaret olduğunu bütün yaptıklarımızın.
Ve sonra figürlerin ardında bir gelecekten çok, sanki geçmişlerin saklı olduğu çocukluğumuz.
Yetişmekteydik elbet ve kimi zaman aceleciydik büyümekte, büyümüş olmanın dışında bir şeyleri bulunmayanları memnun edebilmek için.
Oysa kendi başımıza, zamansızlığımızla mutlu, duruyorduk öylece, dünya ile oyun arasında bir yerde,
ta başlangıcından bu yana ancak tertemiz adımlara hazır bir yer.”

Kendi cenazesine katılmak? Bazı Güney Koreliler bunu öğrenmek için ölmeyi beklemiyor. Hayatı daha iyi takdir etmenin bir yolu olarak son yıllarda sahte ölüm programları düzenlemek bir trend hâline geldi. Bilgilendirme içeren anlatım ve videodan sonra, katılımcılar krizantemlerle süslenmiş loş ışıklı bir salona götürülüyor. Burada gözyaşları ile karşılanıyor ve vasiyetleri yazdırılıyor. Sonra kefenlerini giyip tabutlarda uzanıyorlar. Katılımcılar 10 dakika boyunca tamamen karanlıkta bırakılarak -sonsuzluk hissi- üretiliyor. “Tek bir ışık gelmedi ve karanlıkta, boğucu tabutta ağladım!” diyor bir katılımcı. Daha önce bir kısmı ölümcül hastalıklar geçirmiş ya da intihar eğilimleri tespit edilmiş katılımcılara iki buçuk saatlik seansın sonunda şunlar söyleniyor: “Şimdi, eski benliğinizi döktünüz. Yeni bir başlangıç yapmak için yeniden doğuyorsunuz!” Onlar da kısa bir süre sonra sohbet ediyor, gülüyor ve tabutlarıyla baş başa kalıyorlar. “Tabutun içinde rahat” bir şeyler hissetmeye çalışan az sayıdaki cani ruh dışında çoğu katılımcı, daha sonra kendilerini tuhaf bir şekilde yenilenmiş hissediyorlar, hayattaki önemli şeylere yeni bir bakış açısı kazanıyorlar.

Costica Bradatan’ın “Fikirler için Ölmek / Filozofların Tehlikeli Hayatları” kitabında Michel de Montaigne’in Cicero’yu anımsatarak makalelerinden birine koyduğu başlığı hatırlatır: “Felsefe yapmak nasıl ölüneceğini öğrenmektir.” Simone Weil, ölümü felsefî tasarısının merkezine yerleştirir. Weil’e göre nasıl ölüneceğini bilmek nasıl yaşanacağını bilmekten daha önemlidir. Weil ölümün “insanlığa verilmiş en paha biçilmez şey” olduğunu söyler ve ekler: “En büyük günah onu kötüye kullanmaktır.” O hâlde filozof ölümünü iyi yönde kullanabilmeli ve böylece hayatına bir anlam katarak eserlerini bir bütünlüğe kavuşturabilmelidir. Öyleyse şu sonuca varabilir miyiz? Ölümün tam olarak ne olduğunu son nefis de öldüğü zaman anlayacağız. En iyisi, ölüm hakkında rahatça, olgulara dayanarak, sakin sakin ve -her gün olmasa da- sıkça konuşmaktır. Camus da aynı görüşte: “Büyük yüreklilik ölüme olduğu gibi ışığa da gözlerimizi kırpmadan bakabilmektir.” Bediüzzaman böyle bir yüreklilikle sesleniyordu: “Ey Rabb-i Rahîm’im ve ey Hâlık-ı Kerim’im! 1ﻛُﻞُّﺍٰﺕٍﻗَﺮِﻳﺐ sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki: Yakın bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kàliyle bağırarak derim: El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın hacaletinden kurtar! İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum: El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle! İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyi’ciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki: Senden başka melce’ ve mence’ yok. Günahların çirkin yüzünden ve masiyetin vahşi şeklinden ve o mekânın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-Aman, el-Aman! Yâ Rahman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Yâ Deyyan! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir. İlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmetenlil-Âlemîn olan Habib’in senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum. Ey Hâlık-ı Kerim’im ve ey Rabb-i Rahîm’im! Senin Said ismindeki mahlukun ve masnuun ve abdin hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi’, hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuş. Sana tazarru’ ve niyaz eder. Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zâten o senin şânındır. Çünki Erhamürrâhimîn’sin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!” (Lem’alar)

Bediüzzaman’ın ölümü üzerine bir talebesi ise şöyle ağlıyordu:

jibirnakimkelhavane /Hata sagbim li dunyayi /Besejidestite ey dünya / Decergim de agirberdai

(Seni unutmam Van Kalesi’nde, sağ olduğum sürece bu dünyada, yeter artık elinden çektiğim dünya, yüreğime ateş düşürdün.)

Dipnot:
1) “Her gelecek şey yakındır.” İbn-i Mâce, Mukaddime7; Dârimî, Mukaddime 23.
Fotoğraf: Feyzanur Elif Mutlu

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*