Duyguların mührü

Beyin, muhteşem şekilde yaratılmış bir organ. Öyle ki, beynin işlevleri 2 sayfaya sığdırılamayacak kadar geniş ve kapsamlı. Ve hâfıza; beyin söz konusu olduğunda ilk akla gelen kavramlardan birisi. Bittabi, şu anki varoluşumuzun farkında oluşumuzu dahi hâfızamıza borçluyuz. Kimiz, nereden geldik, kimlerle tanıştık, onlarla neler yaşadık, yaşantılarımız bize hangi duyguları miras bıraktı… Hâfıza, tüm bu soruların ve cevaplarının depolandığı bir yer.

Yapılan araştırmalar bize şunu gösteriyor: Duygular sadece yeni öğrendiğimiz şeyleri ve bilgileri işlemede kullanılmıyor, öğrenme ve hâfıza işlemlerini de doğrudan etkiliyor. Dr. Shlomo Wagner; farklı duyguların, beynin farklı şekillerde ve frekanslarda çalışmasını sağladığını söylüyor. Peki, sizin; geçmişte yaşadığınız olumsuz bir olaydaki detayları tam olarak hatırlayamadığınız, ama o olayda yaşadığınız duygu ve hisleri dün gibi hatırlıyor olduğunuz anlar oldu mu? Sigmund Freud’un, “Bir insanı unutabilirsin, bir insanın sana neler yaptığını da unutabilirsin, ama o insanın sana ne hissettirdiğini asla unutamazsın” sözünü buraya eklemek oldukça yerinde olur.

Bireysel terapi süreçlerinde sıkça kullandığımız ve gündeme getirdiğimiz bir olgudur duygu hâfızası. Kişi yaşadığı bir hadiseyi anlatırken, ona, yaşadığı o olayda ne hissettiğini sorarız. Bu süreç; o olayın, kişi için tam olarak ne anlama geldiğini anlayabilmesi ve doğru şekilde ifade edebilmesini sağlayabilmesi için yürütülür. Hislerimiz düşüncelerimizi, düşüncelerimiz de bakış açımızı etkiler.

Bir insanın bir sözü herkes için farklı anlama gelebilir. Yanınızdan geçen biri birtakım kötü sözler sarf ettiğinde, ben ne yaptım da bana bunu söyledi, diye düşünerek üzerimize alınabiliriz veya kötü gününde herhalde diye düşünüp geçeriz. Belki hiç farkına bile varmayız. Peki, sebebini bilmediğimiz bu gibi olaylarda nasıl oluyor da bakış açılarımız bu denli farklılaşıyor?

Olaylara karşı bakış açımızın ve hislerimizin temelleri anne karnındayken atılmaya başlanır. Annemizin hamilelik deneyimi, doğum sırasında yaşananlar, bebeklik ve çocukluk dönemi bu farklı bakış açılarının neredeyse tamamına yakınının temelinin atıldığı dönemlerdir. 0-6 yaş arası dönemde ebeveynlerimizle olan ilişkimiz; önemsenip önemsenmediğimiz, aldığımız bakımın niteliği, maddî-manevî bakım alıp almadığımız gibi durumlar duygularımızı belirler. Örneğin, güvenli bağlanmanın gerçekleşmediği çocuklarda, yetişkinlikte başkalarına aşırı bağlanma veya tam tersi bağlanmaktan kaçınma davranışları gerçekleşebilir. Burada iki ayrı uçlarda yaşanan duygu yoğunlukları görmekteyiz. Hatta güvenli bağlanmanın hiçe yakın olduğu bireylerde olumlu duyguların öğrenilmemesi, akabinde empati yetisinin oluşmaması söz konusu. Bu bireylerin ergenlik ve sonrası yaşantılarında psikopati, anti sosyal kişilik bozuklukları dahi görmekteyiz.

Buna ek olarak nesiller arası aktarım olarak adlandırdığımız bir süreç de yetişkinlikteki bakış açılarımızı ve duygu hâfızamızı etkileyebilir. Nesiller arası aktarım, bizden önceki nesillerin deneyimlerinin etkilerini taşıyor olmamızla ilgilidir.

Yapılan deneyler de göstermiştir ki; ebeveynlerimizin, ebeveynlerimizin ebeveynlerinin, hatta onların da kendi ebeveynlerinin yaşadığı ve deneyimlediği travmaların, acıların, çözülmemiş problemlerin etkileri, kendisinden sonraki üç, belki daha ileriki nesillerde görülmektedir.

Bu süreci daha iyi anlatabilmek amacıyla yaşanmış bir olaydan bahsedeyim. Emzirdiği bebeğinin, uyuyakalıp üzerine düşerek kazara vefatına sebep olan bir annenin torununun, ileride evlat sahibi olduğunda öz çocuğundan uzaklaştığını, onunla yakın bir ilişki kuramadığını görmekteyiz.

Torun, bebeğinden uzak durma davranışını bilinçdışı olarak yapmaktadır. Olaya dışarıdan baktığımızda anneyi, ilgisiz ve sevgisiz anne olarak etiketleriz. Aslında geçmişte anneannesinin yaşadığı bu acı deneyim konuşulmamış, bunun yası tutulmamış ve üstü örtülmüştür. Torun, geçmişte yaşanan çözümlenmemiş, hatta haberinin olmadığı bu travmanın etkisi nesiller arası aktarımla kendisine aktarıldığından dolayı, çocuk sahibi olduğunda farkında olmadan bu hisleri hissetmekte ve bedeni çocuğunu korumak için ondan uzaklaşma yoluna girmektedir. Kişi bu durumu uzunca bir terapi sürecinde fark etmiş ve hislerini “anlamlandırdığında” bebeğiyle olan ilişkisi yoluna girmeye başlamıştır.

Duygularımızı anlamlandırmayı başardığımızda işler yoluna girmeye başlar. Bu süreçleri sadece nesiller arası aktarımla yaşamayız. Doğal afetlerde, terör olaylarında veya daha basite indirgeyecek olursak bir hayvan tarafından ısırıldığımızda veya ani yakın kayıplarında, kısacası bizi olumsuz anlamda etkileyen her türlü olayda zihnimiz kayıt hâlindedir.

Bilinç, yaşadığımız olaydaki hisleri ileride kendimizi korumak üzere kaydeder ve benzer olaylar yaşadığımızda bunu tekrar ortaya çıkarır. Bir kedi tarafından ısırılan kişinin her kedi gördüğünde korku hissetmesi, kalp atışının hızlanması ve 1 km. ötedeki kediden uzaklaşmaya çalışması gibi.

Tüm duyularımız tarafından edindiğimiz tecrübeler de birtakım duygularımızı harekete geçirir ve benzerlerine rastladığımızda geçmişte harekete geçen duyguları yeniden anımsarız.

Sevdiğimiz birinin kokusu yolda yürürken ansızın burnumuza geldiğinde, sevdiğimiz kişiyi hatırlarız, hatta onunla geçirdiğimiz vakitler bir bir gözümüzün önünden geçer. Yine sevdiğimiz birinin sesini başka birinde duyduğumuzda, daha önceden deneyimlemiş olduğumuz anıları zihin tekrar gündeme getirir. Bazen başka birinin yüzünü sevdiğimiz birine benzettiğimizde o kişiye yakınlık hissedebilir, sevmediğimiz birine benzettiğimizde soğukluk hissedebiliriz. Bunun sebebi zihnimizin sevdiğimiz kişiyi güvenilir, sevmediğimiz kişiyi güvensiz olarak kodlamasıdır. Benzer kişileri gördüğümüzde zihnimiz davranışlarımızı kontrol altına almak üzere geçmişte tecrübe ettiği hisleri ortaya çıkarır. Elbette duyu organları, anıları gözümüzün önüne getirdiği kadar, bizleri tehlikelere karşı uyanık hâle getirme işlevini de yürütür. Doğalgaz kokusu duyduğumuzda hemen ocağı kontrol ederiz. Vücudumuza dokunduğumuzda tenimizde hissettiğimiz farklı bir doku, hemen bedenimizi kontrol etmemizi sağlar, çünkü zihin daha önce orada öyle bir doku olmadığını hatırlar. Evet, dokunuşun dahi bir hâfızası vardır, zira insanların tokalaşma stillerinden bile kaygı durumlarına dair mesajlar bulabiliriz. Bazen en zor zamanlarımızda, sevdiğimiz birinin dokunuşu bizi iyi ve güvende hissettirir.

Tüm bunların yanı sıra, bastırılmış olan duygularımızın da zamanla bazı bedensel ve fiziksel disfonksiyonlara sebep olduğunu görebiliyoruz. Psikolojide bu durumu somatizasyon, yani bedenselleştirme olarak tanımlıyoruz. Birey, geçmişte yaşadığı birtakım olumsuz duygu içerikli travmatik yaşantıların zihni tarafından bastırılmasıyla birlikte bunu ileride vücut ağrısı, egzama, fiziksel semptom olarak yaşayabilmektedir. Örneğin evliliğinde aşırı baskı ve değersizlik gören bir bireyin bunu yıllarca bastırmasıyla birlikte ileride sık vücut ağrıları yaşamaya başlaması gibi. Birçok insan fiziksel semptomları için doktora gittiğinde, doktorun herhangi bir tanı bulamaması bundandır. Bireyin yaşadığı problem, psikolojik kökenli olduğundan, genelde tıbbî bir neden bulunamamaktadır.

Yaşadığımız duygular, beynimizin her iki bölgesinde bulunan küçük, badem şeklindeki amigdala yapıları tarafından yönetilir. Amigdala; temel duygulardan, hâfıza ve sağ kalma gibi işlevlerden sorumludur. Az önceki kedi örneğini tekrar düşünelim. Kedi tarafından ısırıldığımızı ve ısırıldığımızda yaşadığımız korkuyu hâfızamız kaydediyor, her kedi gördüğümüzde sağ kalabilmek amacıyla amigdala daha önce deneyimlediği korkuyu hatırlıyor ve savaş ya da kaç mekanizmasını devreye sokuyor. Ya korku duyduğumuz şeyin üzerine giderek onunla savaşıyoruz ya da hemen oradan uzaklaşma eylemine geçiyoruz.

Gördüğümüz üzere ruh ve beden arasında oldukça somut bir ilişki bulunmaktadır. Psikoloji dediğimiz şey soyut değil, aksine bedenin fiziksel olarak etkilerini gösterdiği bir alandır. Ruh bedeni etkiler, beden de ruhu. Ve hâfıza olarak nitelendirdiğimiz olay da beynimizdeki somut bölgeler tarafından algılanır ve yönetilir.

Özetleyecek olursak, yaşadığımız olaylara dair hislerimiz olayın etkisini ve derecesini belirler. Amigdala ne kadar güçlü şekilde uyarılırsa, olayları da o kadar güçlü hatırlarız. İlk kez okula başlanılan gün, eş ile tanışılan an, evlilik günü, evlat sahibi olunduğu gün, bir yakının vefatı gibi hayatımızdaki güçlü dönüm noktalarını daha net hatırlıyor olmamız bundandır. Üç gün önce ne giydiğimizi hatırlamıyor oluşumuz, o gün giydiğimiz kıyafete herhangi bir duygu atfetmemiş olmamızdan kaynaklanır.

O yüzdendir ki öğrenme süreci, öğrendiğimiz şeyden keyif alıyor oluşumuzla da doğru orantılıdır. Okullarda da espri katarak ders işleyen öğretmenler daha çok sevilir ve daha sık hatırlanır. Öte yandan, kafamızın karışık olduğu, duygu durumumuzun düşük olduğu günlerde konsantrasyon sağlamada da zorluk yaşarız.

İş hayatında gerekli olan motivasyon yüksekliği dahi duygularımızla önemli ölçüde ilgilidir. Öyle ki, bir birey çok mutsuz olduğu ve bulunmak istemediği işyerinin kapısına her geldiğinde mide bulantısı, baş ağrısı gibi psikosomatik belirtiler gösterebilir. Zihin binayı gördüğünde yaşadığı hissi hatırlar, bedeni korumak için oraya girmek istemez ve bedensel problemler olarak açığa çıkar. Yani somatizasyon hâli kişide vuku bulur. Bir diğer deyişle işine karşı “tükenmişlik sendromu” (burn out syndrome) yaşar.

Olumlu-olumsuz her duygunun kendimize ait olduğunu kabul etmek ve üzerine düşünmek onlarla yaşamanın ilk adımı olacaktır. Ve böylece duyguların kendimizi tanıma yolculuğunda bize yol gösterici olduğunu göreceksiniz.

Yazıyı Leonardo da Vinci’nin, “Öğrendiklerimizi neden bir süre sonra unutuyoruz?” sorusuna verdiği cevap ile bitireyim: “Ortalama bir insan görmeden bakmakta, duymadan dinlemekte, hissetmeden dokunmakta, tat almadan yemekte, fiziki bilince ulaşmadan hareket etmekte, koku alma bilincine varamadan nefes almakta ve düşünmeden konuşmaktadır. Böyle duygusal körlükte hâfızanın evrenle ilişkisi kesilir.”

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*