1949 yılıydı.
Emirdağ’a bahar gelmişti. Emir Dağları’ndan çıkıp, şirin şırıltılarla bahar neşesini kasabaya taşıyan Keçili Deresi’nin yamaçlarında yine çiçekler açma, çocuklar koşma heyecanı yaşıyorlardı. Topraktan fışkıran çeşit çeşit çiçeklerin renkli tebessümleri, evlerden koşup gelen çocukların sevinçli haykırışları, neşeli kahkahaları ve suyun şirin şırıltısı iç içeydi.
Şimdi kırlarda âdeta sadece onlar vardı. Çiçekler çocukların farkında olsa da çocuklar çiçeklerin pek farkında değildi. Gayri ihtiyârî onların bazılarının üzerine basıp geçmek pahasına, heyecanla yamaçtan dereye doğru yapacakları koşma yarışına hazırlanıyorlardı.
Diğerlerinden daha yetişkin olduğu için hakem seçilen Halil, arkadaşlarını yan yana sıraya dizerek hızlı adımlarla komut verme yerine geçti. Varış hedefini gösterip koşuya başlama işareti vereceği sırada, kasabanın çıkışındaki paytonu gören çocuğun sevinç sayhası yankılandı kıraç yamaçlarda.
“Nur Dede geliyooorr!”
Her şey o anda, âdeta o haykırışla hareketleniverdi. Çalılar, çiçekler, otlar; bahar yelinin hafif darbeleri ile sallanırken geçen hazan mevsiminden beri o ânı beklediği anlaşılan çocuklar, komut momut beklemeden ve sıraya mıraya aldırmadan ona doğru koşmaya başladılar.
Her zaman, Nur Dede’nin görüldüğü her yerde başlardı bu fıtrî yarış. Onun yanına ilk varanın da, arada kalanın da, en son gelenin de mükâfatı bir şekerdi. Ama onlar yine de başladıkları canhıraş yarışın heyecanını şekerle değil, onun nuranî tebessümü ve müşfik bakışları ile teskin ederlerdi. Önceki yarışlarda hep ortalarda koşan ve ilkler arasında paytona ulaşan Mehmed, bu sefer en öndeydi ve kolay kolay geçileceğe de benzemiyordu. Zîra Nur Dede’nin, mahallinde ‘at arabası’ denen paytonunu ilk görenlerden biri olmanın yanında, ona vereceği mühim haberin heyecanı ile de koşuyordu.
Her taraf taşlarla, dikenlerle, çalılarla doluydu. Bazı arkadaşları gibi onun da ayakları yalındı. Tabanlarının acımasına, parmaklarının taşlara çarpmasına, ayaklarına dikenlerin batmasına aldırmadan koşarak hareket hâlindeki paytona yetişti.
Tam atlayacağı sırada ayağı kayınca düştü. Çocuğun paytonun altında kaldığını gören Ceylân, hemen gemini çekerek atı durdurdu, arabadan atlayıp bir çırpıda çocuğu kaldırdı ve merakla yüzüne gözüne, üstüne başına baktı. Çocuğun yarasının beresinin olmadığını görünce rahatladı. Onu hemen kaldırıp Bediüzzaman’ın karşısına oturttu.
İkisi de gülümseyerek birbirlerine baktılar. Şimdi aralarında en az yarım asırlık zaman farkı bulunan iki masum ve mütebessim çehre karşı karşıya idi. Mehmed, büyükler gibi temenna ederek selâm verince Bediüzzaman da ona aynı ciddiyetle mukabele etti.
“Niye böyle hızlı koştun evladım?”
“Elinizi öpmek için.”
“Yavaş gelsen de öperdin.”
“Ama bu sefer size bir müjdem var.”
“Ne oldu?”
“Benim bir kardeşim doğdu.”
İkisi de gülümsedi. Mehmed’in gözleri parlayıp yanakları kızarırken Said Nursî’nin yüz hatlarında mehtabın hâlesini andıran nuranî bir dalga gezindi. Çocukları görünce her zaman yaptığı gibi sağ elini yan tarafındaki sepetin içine doğru uzattı.
Gözü gayri ihtiyarî Nur Dede’nin uzanan eline kayan Mehmed ‘Bir avuç şeker verse’ diye geçirdi içinden. Daha cümlesini tamamlamadan düşündüğünden utanmış olmalı ki, hemen toparlandı. ‘Şekere doyulmaz, tadılır. Tatmak için de bir tane yeter’ diye düşündü.
Mehmed’in karışan zihni bu farklı his ve düşünceyle cedelleşirken Bediüzzaman elini sepetten çıkardı. İnce, uzun, narin parmaklarının arasında ayrı cinsten iki şeker vardı. Önce şekerlere, ardından yüzü şeker gibi renklenen çocuğa baktı. Şekerleri ona uzatırken sordu.
“Kardeşinin adı ne?”
“Hüseyin.”
“Sen al bu şekerleri, ben kardeşine dua edeceğim.”
“Sağ ol dede.”
Ancak bu mükâlemeden sonra yetişti diğer çocuklar. Büyük adamlar gibi sıraya dizilip i’tinâ ile elini öptüler. Said Nursî de onlara şekerlerini verdi, hepsini manevî evlat olarak kabul ettiğini, onlara her sabah dua edeceğini söyledi; ziyade hasta olduğunu hatırlatıp onların da kendisine dua etmelerini istedi.
Çocuklar, heyecanla çarpan yürekleri, çiçekler gibi renklenen yüzleri ve tatlanan dilleri ile o anda başladılar kendilerince dua etmeye. Nur Dede’nin paytonu dönemeci geçip bahar dalları arasında gözden kayboluncaya kadar ardından baktılar, sonra oyuna daldılar.
Mehmed o gün oyunlara pek katılmadı. Arkadaşları onun isteksizliğini ‘harika bir şekilde hiç yara bere almadan kurtulduğu’ kazanın tesiri saydıklarından fazla ısrar etmediler. O da fırsattan istifade ederek erkenden eve gitti. Kardeşinin beşiğinin başında annesine, babasına ballandıra ballandıra yaşadığı hadisenin hazzını ve yediği şekerlerin lezzetini anlattı.
Yalnız o gün anlatmakla kalmadı, yıllarca yaşadı da. Zaman geçti, şartlar değişti. Mehmed büyüdü, iş-güç sahibi oldu, evlenip çora çocuğa karıştı. O bahar gününü hatırladıkça damağı tatlandı, dimağı lezzetlendi ise de günlük gâileler idrakini biraz fazla meşgul ettiğinden daha ileriye gidemedi.
Küçük Hüseyin de o zaman içinde büyüdü, okudu, gelişti, hayata atıldı. Ailesi Emirdağ’dan taşındığı için Bediüzzaman Said Nursî’yi görüp elini öpemedi, ama ağabeyinin sık sık iştiyakla anlattığı o tatlı hatıranın da tesiriyle, onu gıyabında tanıdı, Risale-i Nur’u okudu ve mahallinde, Nur hizmetinin faal müdebbirlerinden biri oldu.
Yarım asır kadar sonra bir gün yine kardeşini ziyarete gelen Mehmed, onun evinde Nur dersinin olduğunu görünce sevindi. Cemaatin kahir ekseriyetinin genç olması dikkatini çekti. Dersin işleyişini bozmadan kendisine yer veren yeğeninin boşalttığı koltuğa oturdu ve okunan bahsi dikkatle dinlemeye başladı.
“Beş seneden beri teneffüs için Emirdağ’ın etrafında paytonla gezdiğim zaman, garip bir tarzda, bir yaşından yedi yaşına kadar küçük çocuklar, valide ve pederlerine karşı gösterdikleri alâkadan ziyade bir iştiyakla paytonuma koşup elime sarılıyorlardı. Hatta bir iki defa paytonun altına düşüp harika bir tarzda zarar görmeden kurtuldular.” (Emirdağ Lahikası-2)
Bu ifadeleri duyduğu anda ürperdi Mehmed. Kardeşi Hüseyin’e baktı. O, dersin şevkiyle mahiyetini ancak kendisinin bildiği uhrevî âlemlere dalıp gitmişti. Kitabı okuyan genci tanımıyordu. Muhtemelen o da kendisini tanımadığından bu bahsi bilerek seçmiş olamazdı. Zaten tanısa bile kendisi odaya girdiğinde o kitabı almış, bahsi seçmiş ve besmele çekip okumaya başlamıştı.
Bu ihtimal hesaplarını zihninden çıkarıp dikkatini bahsin devamına verince, hatıra hazzını ve şeker lezzetini hiç unutmadığı o günleri yeniden yaşar gibi oldu. Önce heyecanlandı, ardından hüzünlendi. Birkaç sefer derin derin nefes alıp vererek heyecanını teksin etmeye çalıştı ve idrakini bahsin akışına bırakarak sonuna kadar sessizce dinledi.
Hadiseyi hayal-meyal hatırlayan yeğeni Ömer, kendisine yer verip yanına oturduktan sonra, okunan bahis o hadiseye tevafuk edince amcasının hâl ve etvarına dikkat etmiş olmalı ki, ders bitip çay faslı başladığı zaman, ona doğru biraz eğildi ve fısıldayarak sordu.
“Hüzünlendin amca.”
“Nasıl hüzünlenmem yeğenim?”
“Ne oldu ki?”
“Ne olacak; şekeri ben yedim, duayı Hüseyin aldı.”
Sözlerinde, Bediüzzaman’ın duasının, verdiği şekerlerden çok daha tatlı, lezzetli, feyizli olduğunu ancak şimdi anladığını gösteren bir mânâ vardı. Belki şekerin ve duanın farkını anlatan başka şeyler de söyleyecekti, ama o sırada gençlerden biri çay dağıtmaya başladığı için fısıltı sohbetine ara verdiler.
Mehmed, tepsideki çay bardaklarından birini aldıktan sonra önüne tutulan çay şekerine uzandığı sırada, o masum ve sevimli sima ile yüz yüze geldi. Şeker tabağını; kendisinin, yarım asır kadar önce Nur Dede’nin paytonuna doğru koştuğu yaşlarda bir çocuk tutuyor, onu az geriden bir başkası takip ediyordu.
Dikkat etti, o zaman o heyecanı yaşayan çocuklar gibi bunların da gözleri ışıl ışıl, yanakları pembeydi. İçinde bulundukları topluluğun mânâsını, mahiyetini fazla bilmeseler de hâllerinden, hareketlerinden orada bulunmaktan zevk aldıkları, şeker dağıtma işini severek yaptıkları belli idi.
“Beni aldatmayan bir hatıra-i hakikatle benim ve arkadaşlarımın kanaatimiz geldi ki bu masum taifenin masumiyetleri cihetiyle sevk-i fıtrî denilen bir hiss-i kablel-vuku ile Risâle-i Nur’un bu memlekette masum çocuklara ve kendilerine çok menfaati olacak diye, akıl ve fikirleri derk etmediği hâlde, o masumâne his ile Risâle-i Nur’un mânâsı itibariyle tercümanına, annesine yalvarmasından ziyade bir iştiyakla koşuyorlardı.” (Emirdağ Lahikası-2)
Mehmed şeker alırken karşısındaki çocuğun heyecanlı hâllerine bakınca, Nur Dede’nin o hadise üzerine söylediği bu ifadeleri hatırladı. Kendisi olamamıştı, ama kardeşi Hüseyin, mezkûr bahisteki mânâyı teyid eden canlı bir örnekti.
Yalnız o mu? Şu çocuklar da en az onun kadar o hakikatin canlı, heyecanlı örnekleriydi. Yarım asır kadar önce kendisinin ve arkadaşlarının orada yaşadıkları o masumâne heyecanı, aynen olmasa bile başka bir şekliyle şimdi burada bu çocuk ve akranları yaşıyordu.
Tıpkı elli, yüz sene sonra başka çocukların, aynı heyecanı başka yerlerde, başka hâller, hareketler ve hadiselerle yaşayacakları gibi.
İlk yorumu siz yazın