Avrupa’ya muhtaç mıyız?

Türkiye’nin AB’ye girme sürecini değerlendirirken, “Biz Müslümanlar neden AB’ye muhtaç hâle geldik” diye zihnime bir soru takıldı. İslâmiyet, özünde insana en temel hak ve hürriyetleri verirken, biz Müslümanlar İslâmiyet’in hakikatinden uzaklaştıkça geriledik.
Fakat Avrupa, kendi dinlerinin ve geleneklerinin yanlışlarından uzaklaştıkça insaniyet-i Kübra olan İslâmiyet’e daha çok yakınlaştı.

Medine Sözleşmesi (622), tarihteki ilk insan hakları sözleşmesi olma özelliğini taşımaktadır. Bu anlaşmaya göre Medine’de bulunan bütün insanlar dil, din, ırk farkı  gözetmeksizin huzur, adalet ve barış ortamında yaşama hakkına sahiptir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de aynı gayeyle 1948 yılında tüm insanların barış ve huzur içinde yaşamasını sağlamak amacıyla ilan edilmiştir. Bu sözleşmede en dikkat çeken maddelerden biri şüphesiz, din ve vicdan özgürlüğüdür. Buna göre; “Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır. Bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyeti, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerde izhar etmek hürriyetini içerir.”

Evet, bu maddeden anlaşılacağı üzere her insan dinini istediği gibi yaşama özgürlüğüne sahiptir. İslâmiyet’teki hakikatlere baktığımız zaman, dinde zorlama olamayacağını görmekteyiz. Cenab-ı Hak, kullarına ilettiği âyet ve hadislerle, dini nasıl yaşamak gerektiğiyle ilgili yol göstermiş, akla kapı açmış, fakat ihtiyarı elden almamış, verdiği cüz-i ihtiyarî ile tercih özgürlüğünü insana bırakmıştır.

Günümüz Türkiye’sinde ise, toplumun belli kesimlerinin kutuplaştırılmaya, ayrıştırılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Sırf kendi gibi düşünmüyor, yaşamıyor, inanmıyor diye insanları baskı ortamında tutmak, toplumda kin ve nefret söylemlerine ve faaliyetlerine kapı aralamaktadır. 28 Şubat’ta yaşanan baskıcı ve sıkıntılı zamanları çoğumuz biliriz. O günlere tekrar dönmek istemeyiz. Lâkin belli ki, biz hâlâ yaşananlardan bir ders çıkaramamışız. Çünkü insanımız hâlâ fikirlerini, inançlarını ifade hürriyetine sahip değil. 28 Şubat’ta yaşanan baskının daha elim vak’alarıyla karşı karşıyayız.

Mesela, din eğitiminin ülkemizde yetersiz seviyede olduğunu görmekteyiz. Devletin din eğitimi ve öğretimi noktasında açığını kapatmaya çalışan tarikat ve cemaatlerin önünün kapatılmaya, hatta bu tür kurumların tamamen ortadan kaldırılmaya çalışıldığını müşahede ediyoruz. Din hürriyetinin bu derece kısıtlandığı bu durum, bizim AB’ye girmeye ne kadar muhtaç olduğumuzu gösteriyor.

Din hürriyetinde en yüksek orana sahip olan ülkelerin İslâm ülkeleri değil de İsveç, Norveç, Finlandiya gibi AB’ye de girmiş olan gelişmiş ülkelerin olması sizce de mânîdar değil mi? Asr-ı Saadet’te ve Osmanlı’nın yükselme dönemlerinde yaşanan din hürriyetinin şimdilerde olmaması bizi AB’ye girmeye mecbur ediyor. Hz. Ömer’e halktan birinin çok rahat hesap sormasının ardından, şimdilerde kimsenin kimseyi eleştirmeye cesaret edememesi, bizi AB’nin fikir hürriyetini elde etmeye muhtaç bırakıyor.

Bütün insanlar hukuk önünde eşittir. Dil, din, ırk, cinsiyet, siyaset, servet gözetilmeksizin yargı önünde herkes adil yargılanma hakkına sahiptir. Dört Halife devrinde Hz. Ali’nin bir Yahudi ile; Osmanlı zamanında Fatih Sultan Mehmed’in bir Rum ile muhakeme olması, bunun en güzel örneklerindendir. Ancak, şimdiki şartlara baktığımız zaman, yargının sistemsel olarak hareket etmesi gerekirken şahısların etkisinin altında olduğunu görüyoruz. Hâliyle, adalet yerine zulüm ile hükmediliyor. Kendi ülkemizde insanların hakkını ve hukukunu savunamazken Avrupa’da hemen hiç kimsenin hukuku çiğnenmiyor. Bu da bizim Avrupa Birliği’ne olan ihtiyacımızı gösteriyor.

AB’ye girmek noktasında Japonya’yı örnek almak gerektiği kanaatindeyim. Japonya AB üyesi olmayıp kısa sürede büyük ilerlemeler kat’ eden gelişmiş ülkelerin en başında gelmektedir. Japonya, hak, hukuk, demokrasi adalet gibi temel kavramları, fen, sanayi ve teknoloji gibi medeniyetin güzelliklerini alırken, kendi dinlerinden ve geleneklerinden taviz vermemiş, diğer medeniyetleri bu noktada taklit etmemiştir.

Biz sanıyoruz ki, AB’ye girdiğimizde onların sefihâne hayatını taklit etmeye mecbur olacağız. Hâlbuki yapmamız gereken şey, bu medeniyetin güzelliklerini alıp uygulamaya koymaktır. Zulmün kol gezdiği şu zamanda hiçbir ayrım gözetmeksizin hakka taraftar olanlarla ittifak etmemiz gerekiyor. Âlem-i İslâm’ın hal-i pürmelâli ortada. Türkiye, İslâm âleminin merkezi konumunda olduğu için, burada atılan adımlar tüm İslâm dünyasına yansıyacaktır.

AB’nin ahkâmını kabul etmek mağlubiyet değildir. Hudeybiye Anlaşması’nı düşünelim. Görünüşte Müslümanların mağlubiyetini gösteren bu anlaşma Mekke’nin fethine vesile olmuştur. Aynen bunun gibi AB’nin hükümlerini kabul etmemiz, Allah’ın izniyle İslâmiyet’in tüm dünyada fütuhatına vesile olacaktır. Avrupa’da hakikati araştırma meylinin açığa çıktığını görmekteyiz. İnsanlar din-i Mübin’i arıyorlar. AB’nin kuralları Şeriat’ın ruhundan gelmiş bir parçadır. İnsanların aradığı hak dinin İslâmiyet olduğunu, biz doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu yaşayarak gösterirsek, diğer dinlerden dalga dalga geleceklerdir inşaallah…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*