Cinsiyete dair konuşmalarda, kadın ve erkek üzerinden yürütülen tartışmalarda sıklıkla işittiğimiz bir kavramdır: Fıtrat. Çoğunlukla “fıtrat farkı” ya da “fıtrat bunu gerektiriyor”, “fıtratı izin vermiyor” gibi kullanımlarla fıtrattan delil getirildiğine şahit oluruz. Çok kullanılan, her yere iliştirilen ancak mânâsı derinleştirilmeyen, ne olduğu üzerine yeterince düşünülmeyen kilit ve önemli bir kelime. Öyleyse cinsiyet rolleri ve fıtrat arasındaki ilişkiyi anlama yolculuğumuza bu kelimenin üzerindeki ülfet tozlarını temizleyerek ve sınırlarını çizip tanımını yaparak başlayalım.
Fıtratın lügât mânâsına bakalım öncelikle. Fıtrat, “Yarmak, ikiye ayırmak; icat etmek, yaratmak” mânâlarına gelen fatr kökünden türemiş bir isim. “Yaratılış, belli yetenek ve yatkınlıklara sahip oluş” anlamına geliyor. İlk yaratılış, bir bakıma mutlak yokluğun yarılarak içinden varlığın çıkması şeklinde telakkî edildiğinden “fıtrat” kelimesiyle ifade edilmiştir. Buna göre fıtrat, ilk yaratılış anında varlık türlerinin temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan ilk durumlarını belirtir. Fıtrat kelimesi Kur’ân’da fiil ya da isim olarak 20 yerde geçer. Hadislerde de “insanın doğuştan sahip olduğu özellikler” mânâsında birçok yerde zikredilir.1 Bu bilgileri zihnimizin bir köşesine iliştirerek mânâ yolculuğumuza devam edelim.
Kâinatın en küçük zerresinden, en büyük üyesine kadar her şeyin bir fıtratı bulunuyor. Fıtrat, tüm kâinatı kapsayan küllî bir hakikat. Fıtratın genel kanunları olmakla beraber, her şeyin kendisine has bir fıtratta yaratılıyor olması Yaratıcı’nın “Fatır” esmasına işaret ediyor. Bütün yaratılmışlara baktığımızda hepsinin bir meyli olduğunu ve ona doğru hareket ettiğini görüyoruz. Çekirdeğin sümbüllenme, yumurtanın hayattar olma, suyun donma, zerrenin hareket meyli olması gibi. Fıtrat ise çekirdeğin sümbüllenmeye meyli bulunması ve sümbüllenecek kabiliyet ve donanıma sahip olmasıdır. Bütün mevcudatın tek tek ve bütün olarak bir kemâl noktası ve fıtrat gayesi bulunuyor. Her bir mevcudun fıtrat paketi, potansiyelleri, cihazatı, kendi kemâl noktasına ulaşmaya hizmet edecek şekilde tasarlanmış. Fıtratın olacağı şeye doğru yönelmesi, çekirdeğin ağaç olacak şekilde donatılmış olması fıtratın yalan söylemediğini gösterir.
Bu sebeple “fıtrata uygun hareket etmek” önemli bir düstur hâline geliyor. Fıtrat gayesi dışında hareket etmeye çalışmak başarısızlık ve red cevabı getiriyor. Kâinat içerisinde fıtrat gayesini şaşırabilen, meylettiği yönden sapabilen yalnızca insandır. İnsanın fıtratından uzaklaşabilmesi, fıtratına uygun hareket etmemesi, ademi tercih edebilme ya da gelen hayrı kabul etmeme kabiliyeti olan “cüz-i ihtiyarî” sayesindedir. “Hayrı kabul etmek” fıtrata muvafık hareket etmektir. Şerre merci olmak ise “fıtrat”ın gayesinden sapmaktır. Tavuk, balık olmaya; taş, bitki olmaya; elma çekirdeği, portakal ağacı olmaya çalışmaz. Ancak insan fıtrat çekirdeğinde yazılı olan gayeyi reddedebilme ihtiyarına sahiptir. Yani fıtratın bozulması insana has bir durumdur. Bu yüzden insan fıtratının bozulmasından, fıtratını bozmasından sorumludur.
Bu bilgiler çerçevesinde “insan”a baktığımızda fıtratın hem aynılık hem farklılık içerdiğini görüyoruz. Fıtratı Risale-i Nur’da zikredildiği şekliyle bir tarla olarak düşünürsek, insan fıtratı, ekilecek-dikilecek potansiyelde maddî ve manevî bir alan olması hasebiyle aynıdır.Ancak her tarlaya farklı miktarda, cinste-türde tohum ekilmesi ve ekilen tohuma göre bir mahsul bekleniyor olması cihetiyle hiçbir fıtrat birbirinin aynısı değildir. Her insanın “ehadiyet” sırrıyla kendi fıtrat gayesine meylederek o yönde çabalaması kendisine has bir ubudiyetidir. Bu farklılığa “üstünlük-alçaklık” açısından nazar etmek, portakal çekirdeği elma çekirdeğinden üstündür tartışması yapmaya benziyor. Hakikatinde üstünlük ve alçaklık, “ne tarlası olursa olsun” tarlanın mahsul verip vermemesine, tohumun çatlayıp çatlamamasına bağlıdır. Tarla sahibinin bakacağı sonuç da bu olsa gerektir. İnsanın kıymetini belirleyen ise kendi fıtrat gayesine yönelerek “abd” olmayı kabul edip etmemesiyle alâkadardır. Fıtrat gayesini belirleyen, kendisinin en mükemmel hâlinin ne olacağına karar veren insanın kendisi değildir.
Fıtrat üzerine bunca fikir teatisinden sonra şu iki soru benim için önemli oluyor: Cinslerin fıtratı nerede ve Toplumsal Cinsiyet nerede?
Zaman zaman insan kimliğinin dahi ötesine geçebilen “cinsiyet” rollerini ilâhî olan mı belirliyor beşerî olan mı? “Kadın dediğin, kadın işi, kadın gibi, kadının şahsiyeti, kadının oradaki-buradaki-uzaydaki vazifesi, kadına yakışır mı ki, kadının en güzel mesleği” yahut “erkek adam, erkeğin erkekliği, adam gibi, erkeğin vazifeleri, erkeğin nefsi, erkekliğe yakışan-yakışmayan” ile başlayan milyonlarca cümlemiz, kalıbımız, kuralımız ne kadar beşerî ne kadar ilâhî? İdeal erkek-kadın olmaya çabaladığımız kadar, “insanın-kadının-erkeğin fıtratı nedir, abdi olduğum Rabbimin benden murat ettiği ne olabilir”i anlamaya, yaşamaya çalıştık mı? Erkek ile kadını rekabet ettirmek, bir öyle bir böyle sıralamak, yaratılışına puan vermek, kalıplara hapsetmek “insan”ın fıtrat gayesine ne kadar uygun?
Bu noktada din ile kültürün, ilâhî ile beşerî olanın ayrımını yapabilmek, sınırlarını belirginleştirmek önemli oluyor. Lemaat’te geçen şu ifade yolumu aydınlatıyor: “Nerede kaldı ki İslâm, vahy ile fıtrat gibi iki metin esasa hem istinad etmiştir, hem bu kadar a’sarda nâfizâne hükümran.”2 Anlıyorum ki, bu ayrımı yapabilmem için elimde iki sağlam kaynak bulunuyor; birisi içimde olan ve içinde bulunduğum fıtrat penceresi, diğeri ise vahiy. Cinsiyete yüklenen rolleri değerlendirirken “vahiy ile fıtrat” birbirini gerektiren ve ispat eden, birbiriyle bağlantılı ve birbirine ulaştıran iki kavram olarak mihenk taşı hükmünde bulunuyor.
Risale-i Nur’da fıtrat gayesi üzerine bir tarama yaptığımda insanın vazifesi, tanımı, ubudiyeti gibi konularda kadın-erkek ayrımı yapıldığını göremiyorum. Temelde kadının ve erkeğin sorumlulukları, ibadetleri aynı ya da benzer. İkisi de bütün esmaya mazhar ve potansiyel olarak bütün kemâlâta istidadı var. Ancak duyguların ve cihazatın kullanım alanlarında ve derecelerinde, ortaya çıkış şekillerinde farklılıklar var. Kadın ve erkeğin ehadiyet tecellîsiyle hâkim esmaları, esmaların cüz’iyet ve külliyetleri, zılliyet ve asliyetleri farklı ve bunlarda tamamlayıcılık esas.
“Fıtratın bozulması, fıtrat gayesinden sapabilmesi” insana has bir durum, demiştik. Bu doğrultuda erkek ve kadın, her bir ferd kulluklarından ve yaratılmışlıklarından ötürü şu soruyla karşı karşıya kalıyor; “Atalarının getirdikleri, toplumun direttiklerinin mi peşinden gideceksin yoksa fıtrat gayeni, hâkim esmanı keşfedip fıtratına muvafık hareket ederek, sana özel olan kendi fıtrî ubudiyetini mi yerine getireceksin?”
İlk yorumu siz yazın