Cinsiyet rolleri ve ‘kim’lik

Bir çocuğun dünyaya geleceğini duyan herkesin aklına gelen sorudur: “Kız mı erkek mi?” Doğacak çocuğun cinsiyeti büyük bir merakla öğrenilir ki, herkes kendini ona göre hazırlasın. Çünkü içinde bulunduğumuz toplumda/kültürde, bu çocuğun beşiğinin şeklinden, oynayacağı oyundan, yapacağı mesleğe kadar çoğu seçimi, cinsiyetine göre, önceden belirlenmiştir. Bu önceden belirlenme ve cinsiyetlere apayrı roller biçme durumu tâ eskilerden günümüze uzanan bir süreçtir. Türk geleneğinden bir örnek verecek olursak, Oğuz Kağan Destanı’nda ya da Dede Korkut Hikâyeleri’nde erkek çocuklarının başta isimsiz ya da geçici bir isme sahip olduğunu ve gösterdikleri bir kahramanlık sonrasında isimlendirildiklerini, yani kimlik kazandıklarını okuruz. Buradaki mesaj, erkeklerin “var olabilmek” için güçlü/korkusuz/yenilmez olduklarını ispatlaması gerektiği şeklinde yorumlanabilir. Bugüne kadar, koşullar görünürde değişmişse bile bu mesajın geçerliliğini koruduğunu söylemek yanlış olmaz. Günümüzde de yerleşmiş “erkek” ve “kadın” kalıp yargıları var. Örneğin; erkek fiziksel olarak güçlü olmalı, ekonomik güce sahip olmalı, duygusal olarak güçlü(!) olmalı… Özetle, bu toplumda/kültürde erkeklik yüzyıllardır, güç/kahramanlık üzerinden değer bulur. Ve erkekliğin bu kadar değer gördüğü bir ortamda, tahmin edilebileceği gibi, erkek olmamak, yani kadın olmak pek değer gören bir şey değil.

Kabuğuna bakıldığında, erkekler için güç üzerinden tanımlanan ve iyi gibi görülen bu düzen aslında hem kadınlar hem de erkekler için büyük sorunlar taşır. Bu noktayı farklı yaş grupları ve farklı cinsiyetler için deneyimlerle detaylandıralım. Korku gibi en hayatî, en insanî bir duyguyu ele alalım. Örneğin; bir kız çocuğu köpekten korktuğunda çevresi tarafından korunup sakinleştirilirken, bir erkek çocuğu korktuğunda “amma da korkaksın, ne o öyle kız gibi korkuyorsun” tepkisi alır. Bu çocuk -yaşıtı olan kızların aksine- doğal bir şekilde korktuğunda ve korunmaya ihtiyaç hissettiğinde etrafındakiler tarafından açık veya gizli olarak suçlanır ve zayıf göründüğü için utanç duymaya başlar. Bu baskının altında kalan çocuk, ihtiyaçlarını susturarak, korkusuz ve gerçek bir erkek olmak için çevresinin ondan beklediği gibi davranmayı öğrenir.

Çoğu çocuk için doğal ve beklenen bir diğer davranış olan yerinde durmama konusunu ele alalım: Erkek çocukları için hareketli ya da yaramaz olmak olağan karşılanır. Çevrenin oldukça yüksek bir toleransı vardır bu çocukların hareketliliklerine karşı. Fakat kız çocukları hareketli, yaramaz olduğunda, çevrelerinden “şşş hanım hanımcık otur şöyle, kızlar yaramazlık yapmaz” cevabını alırlar. Yeterince hanım hanımcık aktiviteler olmayan koşmak, zıplamak, tırmanmak erkek çocuklarının hakkı olarak görülüp, kız çocuklarının bunları yapması pek de hoş karşılanmaz. Bu çocuklar da çevrelerinden kabul görebilmek için ihtiyaçlarını susturmayı öğrenirler. İki durumda da çocukların ellerinden en doğal hakları alınmış olur ve yerine, birer liste verilir: Kızların yapması/yapmaması gereken şeyler ve erkeklerin yapması/yapmaması gereken şeyler. Kendi ihtiyaçlarının yerine başkalarının isteklerini yaparak büyüyen bu çocuklar için kendilerini tanımak ve zihinsel açıdan sağlıklı bir kimlik oluşturmak güçleşir. Çünkü kendisi sandığı kişi aslında başkalarıdır, toplumdur/kültürdür.

İlerleyen yaşları ele alalım: Bir kadının hiç iş bulamaması ya da eski işinden ayrıldıktan sonra yeni bir iş arama süreci onu ekonomik olarak etkiler, fakat kimse onu bu sürecin uzamasından dolayı yetersiz bir kadın olarak görmez. Fakat bir erkek için bu işsizlik dönemi; ekonomik stresin yanında, çevresi tarafından ‘yetersiz bir erkek olarak görülme’ stresini de getirir ve süreç uzadıkça kişinin üzerindeki bu yük artar.

Cinsiyet rolleri dediğimiz şey tam olarak burada kendini göstermektedir. Erkek ve kadın için toplumun/kültürün biçtiği ayrı ayrı roller var ve herkesten rolüne göre oynaması beklenir. Hem bu anlamsız yükün altında kalıp hem de rollerini toplumun/kültürün beklediği gibi yapamayanlar için ne yazık ki büyük bir stres söz konusudur ve buradan intihara kadar gidebilen bir yol çıkar.

“Çünkü fıtratı böyle” diye diye, cinsiyetler arasındaki farkı büyütenlere, bu ayrımların dünyanın her yerinde böyle olmadığını fark ettirmek için “toplum/kültür” ifadesini vurguluyorum. Bu farkların çoğu insan eliyle oluşturuldu. Fıtrattan gelen kısım o kadar da büyük değil. Kadınların yaptığı çoğu işi erkekler, erkeklerin yaptığı çoğu işi de kadınlar yapabiliyor ve yapıyor zaten. Kimse sadece bir cinsiyetten olduğu için belli şeyler üstüne farz olmuş gibi davranmak zorunda değil, zira farzlar cinsiyete göre ayrılmaz.

Özetle, tarihsel perspektiften baktığımızda, cinsiyet rollerinin bir kısmının, içinde bulunduğumuz toplum/kültür için yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip olduğu görülür. Bu rol dağılımları bireylerin üzerine toplum/kültür tarafından yüklenen bir yük ve çoğunlukla fıtrattan gelmez. Sonucunda ise çocukluktan yetişkinliğe kadar kadın erkek herkes bir şekilde içinden geleni kısıtlamak ve dışardan belirlenen bu rollere uymak zorunda kalır. Hatta tahmin ediyorum ki, verdiğim örnekler hepimiz için tanıdık ve büyük ihtimalle bunların çok daha çeşitlilerini bizzat yaşadık. Burada ayrımına varmamız gereken şeyin, nelerin fıtrattan ve inançlarımızın özünden geldiğini ve nelerin toplumdan ve kültürden geldiğini bulmak olduğunu söyleyerek, gerisini hem diğer yazılara hem de sizin muhakemenize bırakıyorum.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*