İnsan olmak veyahut kadın-erkek

İnsan, diğer varlıklardan farklı yaratılmış ve insana farklı bir değer verilmiştir. İnsanın kıymeti ise Allah’a iman, O’nun emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınmayla daha da artar. Bu sayede insan, kâinatın en şerefli bir misafiri olur. İnsan, insaniyet-i Kübra olan İslâmiyet’e tâbi oldukça makam ve mertebesi sürekli yükselir. Bu yükseliş için herhangi bir ırka, soya sahip olmaya ya da kadın/erkek olmaya ihtiyaç yoktur. Veda Hutbesi’nde de vurgulandığı gibi insan olmak yeterli sebeptir. İslâm, kadını ve erkeği birbirinden ayırmamış, diğerini biri için üstün kılmadığı gibi, birini diğeri için aşağı da saymamıştır. Erkek ve kadın birbirinin hasmı ya da rakibi değildir, bir bütünün parçaları gibi oldukları için birbirlerini tamamlayıcıdırlar.

Kâinatın her dengesinde adaletin tecellîsi olduğu gibi, kadın ve erkeğin fıtratında da bu vardır. Biyolojik, fizyolojik ve psikolojik anlamda farklı yaratılan iki fıtrat için eşitlik söz konusu olamaz, zulüm olur. Adaletin gereği olarak bu fıtratlara bazı konularda farklı emirler verilmiştir. Fakat bu emirler, biri için hafif, diğeri için ağır, denilemez. Bu noktada kişinin kendi fıtratını iyi tanıması gerekmektedir. Modern hayatın dayattığı bazı uygulamalar, dayatmalar ve moda gibi sebeplerden dolayı fıtrat algısı bozulmaya başladıysa da İslâmiyet, insanların fıtratını olması gereken kıvama getirecektir.

İslâmiyet’te, her iki cinsiyete de temel insan hakları tanınmıştır. Buna göre hayat hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı, mesken dokunulmazlığı, şeref ve onurun korunması, inanç ve düşünce hürriyeti, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim teminatı gibi temel haklar bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur. Her iki cins bu haklardan sonuna kadar faydalanabilir. Farklılığın olduğu noktalar ise cinsin fıtrî özelliklerine binaen konulmuştur.

Kadının örtünmesi, yolculuğu, sosyal hayata katılımı gibi çizilen sınırlar fıtratla alâkalı olduğu gibi, erkeğin askerlik, cihad, yakınlarının geçimini sağlama gibi sorumlulukları da fıtratla alâkalıdır. Cenab-ı Hak bu fitrî özelliklere binaen farklılıkları gözeten hükümler ortaya koymuştur. Fakat toplumun; örf, adet ve geleneklerle dayattığı farklı uygulamalar yüzünden yanlış anlaşılmalar ortaya çıkmış, kültürdeki batıl davranışlar İslâmiyet’e mâl edilmeye çalışılmıştır.

İslâmiyet, toplumların örf ve adetlerini tanımış, bu hususta anlayışlı davranmıştır. Dinî hükümler arasında örfe de bir yer ayrılmıştır. Şer’i hükümlerin aklî deliller kısmına girdiği görülmektedir. Fakat dinin, örf denilen geleneklerin, İslâmî anlayışın aksi yöndeki uygulamalarını ortadan kaldırdığı görülmektedir. Gelenek, dinin hükümlerine uygun olursa uygulamaya devam edebilir.

Kur’ân’ın hükümlerine uygun düşmeyen, gelenek belasının yazılı olmayan kurallarının olduğu toplumlarda birçok sıkıntı baş göstermiştir. Bunlardan biri, ‘erkeğin üstünlüğü’ anlayışının yerleşmesidir. Onları yetiştiren anne-babalar ve çevre, erkeğe her türlü serbestiyeti vererek birtakım problemlere kapı aralanmıştır. “Erkektir, her şeyi yapar, elinin kiridir” gibi İslâmiyet’in müsaade etmediği anlayışlarla erkek çocuğu yetiştirildi. Böyle bir ortamda büyüyen erkek de namusları ayaklar altına aldı, öfkesiyle etrafı dağıttı, baskıcı tutumuyla istediğini yaptırdı. Tecavüzlerin, tacizlerin, aldatmaların artması, aile kurumunun zedelenmesi, hapishanelerin dolup taşması gibi daha pek çok vahim neticeyi verdi.

Kız çocuğu ise dinin helâl kıldığı şeylerde dahi kısıtlama altına alındı. “Ayıp” adı altında meşru isteklere dahi set çekildi. Erkeğin zulmü ve tahakkümü altına girmeye mecbur bırakıldı. Hakkını, hukukunu savunamayan bir nesil böyle böyle heba oldu.

İfrat ve tefritin olduğu, iki ucun yaşandığı dönemler bunlar. Böyle aşırılıkların olduğu bir ortamda, feminizm revaç bulmaya başladı. Kapitalist sistemin de teşvikiyle kadın artık her yerdeydi ve istediği gibi giyinerek, kendini erkeklerden üstün görerek başkalarının hukukunu ayaklar altına almaya başladı.

Ahlâkî yozlaşma yine en çok erkeklerin nefsine yaramıştı. Peki, nefsin hevesine göre davranan bu iki cinsten hangisi kazandı? Hangisi şu anda daha mutlu? Allah’ın rızasını esas alan şeriat, insana hakikî saadeti vermiyor muydu? Aslında veriyordu. Ama insan, ifrat ve tefritte yuvarlanmaktan, vasatı yakalayamıyordu sadece. Cazibedar bir fitne olan bu ahir zamanın ateşi, başta biz gençler olmak üzere hepimizi kendine çekiyordu. Şeriatın fıtrata uygun hareketlerinde ise insan hem kendini hür hissediyordu hem de çevresinin de hürriyetini temin ediyordu.

Hakikî adalet herkese hakkını vermekle mümkündür. İslâmiyet her insana bunu vadediyor. İnsan yahut kadın-erkek olmak meselesinde aslında arada hiçbir fark yok. Mühim olan insaniyete uygun bir yaşam tarzına sahip olmak.

Üniversitede bir dersimizde bu konu üzerinde konuşuyorduk. Sınıftan biri: “Hocam iyi söylüyorsunuz da, bu bahsettiğiniz güzellikler bu kapıdan dışarıya çıktığımızda, hayatın içinde mümkün olmuyor” dedi. Hocamız: “Şeriat, hükmü mü’min kulunun kalbine bırakır. Vicdandaki manevî yasakçı da emirleri yapıp günahlardan çekinme noktasında insanı yönlendirir. Seçim sizin. Dışarıdaki hayatı seçmek ya da seçmemek. İşte dünyadaki bütün meselemiz budur” dedi. O an çok etkilendim. Hocamız haklıydı. Fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddedip atabilir. Fakat nefsin hevâ-hevesi ve hüdânın bizden istedikleri arasında gidip gelir. Önünde iki yol vardır insanın. Gerekli uyarılar yapıldıktan sonra insan istediği yöne gitmekte serbest bırakılmıştır. Akla kapı açılmış, ihtiyar elden alınmamıştır.

Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez!

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*